Hava İstanbul grisiydi. Üstü kapalı locaya yaklaştığımda onu, benim için ayrılmış stantta, arkasına yaslanmış otururken gördüm. Önünde, sıra sıra dizilmiş kitaplar; bir okur gelse, alıp uzatsa kitabın birini, imzalamak için hazır gibiydi sanki.
Gülümseyerek yaklaştım ona.
Yetmiş yaşında ya vardı, ya yoktu. Saçları çoktan ağarmış, yüzünü zamanın çoktan eskittiği anıların izleri kaplamıştı. Her halinden görmüş geçirmiş biri olduğu anlaşılıyordu.
Beni görünce, yüzündeki gülümseme gözlerine doğru yayıldı. Elinde bir tomar kâğıtla ayağa kalktı. Tahmin etmiş olmalıydı, bana doğru bir adım daha yaklaştı;
“Siz, Yusuf Nazım olmalısınız?” dedi.
“Buyurun, benim” diye karşılık verdim.
Yıllar geçse de, hafızamdan belki de hiç silinmeyecek o naif anı, işte o anda, orada oluşacaktı.
Beni, olduğum yerde kalakalmama sebep olan şey, sevecen bakışlarını gözlerimden ayırmayan bu sevimli ihtiyarın dudaklarından dökülen şu üç sözcük olmuştu:
“Amida sana geliyorum!”
Amida, sana geliyorum!
Yanlış duymamıştım! “Amida, sana geliyorum!” demişti. Demiş ve elindeki bir tomar kâğıdı bana uzatmıştı.
Şaşkınlığım bir kat daha büyümüştü; uzattığı kâğıtlarda iri puntolarla, aynı başlıklı yazı yer alıyordu. Üstelik sadece ‘Amida sana geliyorum!’ da değil; bir başkasında ‘Amida’nın düşleri’ ve diğerlerinde başka başka yazılar…
Çok şaşırmıştım! Ben henüz bir şey söylemeye fırsat bulamadan o devam etmişti;
“2012 yılında, bu yazını okuduğum günden beri seni takip ediyorum. Yazının fotokopisini çektirdim, sokak sokak gezdim, bütün tanıdıklarıma dağıttım.”
Adı Elvan’dı. Diyarbakırlıydı. Hayatını öğrenciler yetiştirmeye adamış emekli bir öğretmendi. Ülkenin dört bir yanını gezmiş, görmüş, kendi coğrafyasının acılarına yakından tanıklık etmişti. İmza etkinliğimi öğrendiğinde, elinde bir tomar kâğıtla kalkıp gelmişti.
* * *
Kimi okurlar vardır, yazarın, yazarın eserlerinin usanmaz takipçisi olurlar. Zamanla sıkı bir bağ gelişir aralarında. Yazıysa, işlediği konuları, öyküyse karakterlerini sorgulamaya kalkarlar. Değerli bir şeydir bu. Yazar içinse kazançtır.
Elvan Öğretmen’le de böyle oldu. Sıcak bir sohbet, alınıp verilen telefonlar, imzalanan kitaplar. Ayrılırken gözleri ışıl ışıldı sevinçten. Ben de, böyle vefalı bir okuru tanımaktan mutlu olmuştum.
‘Amida, sana geliyorum!’ başlıklı yazıya gelince. Tam beş yıl öncesiydi. 2012 yılında, bir belgesel filmin çekimleri için ilk defa gittiğim bir şehir için yazmıştım o yazıyı. Nam-ı değer Diyarbakır, bölge insanın adlandırmasıyla Amed, ya da tarihsel/mitolojik adıyla Amida… En çok da Amida’yı sevmiştim ben.
Çelikten zırha bürünmüş bir şehir
Amida’ya, doğunun bu kadim şehrine sonraki yıllarda da çokça gittim. 9000 yıllık şehirle, sanki büyüsel bir bağ oluşmuştu aramızda. Adeta çekim alanına girmiştim onun. En zor zamanlarında gidip sofrasına oturmuş, ekmeğini yemiş, bazalt taşlarına el sürmüştüm. 27 kavmin ayak izlerini görmüştüm yollarında; Keçi Burcu’nda, Ulu Camii’de, Dört Ayaklı Minare’de; Orta Doğu’nun en görkemli Ermeni kilisesi Surp Giragos’ta, Deliller Hanı’nda, On Gözlü Köprü’sünde…
Ve Sur ilçesi!
Diyarbakır’ın kalbi. 5000 bin yıllık bir tarih. Dünyanın en uzun ikinci surları tarafından kuşatılan, sekiz mahalleden oluşan bir yerleşim merkezi.
2015 yılındaki son gidişimde görememiştim şehri. Daha doğrusu şehrin yarısını. Suriçi’ni boydan boya ikiye bölen Gazi Caddesi’ni, Mardin Kapı’dan girerek Dağ Kapı’ya doğru yürümüştüm. Caddenin bir tarafındaki Cevat Paşa, Dabanoğlu, Fatih Paşa, Cemal Yılmaz, Hasırlı ve Savaş Mahallerine giriş yasaktı. Gazi Caddesi’nden bu mahallelere açılan bütün sokakların başında mevziler kazılmıştı. İçlerinde tam donanımlı kolluk güçleri, sanki düşman askerlerini bekler gibiydiler. Bazı sokaklar perdelerle kapatılmıştı. Bölge sakinleri, sokak başlarında toplanmış, gözleri perdelerle kapatılmış sokaklarda, akılları bir gece ansızın terk etmek zorunda kaldıkları evlerindeydi. Ne tanıdık bir ses, ne umut verici bir haber, ne okunan ezan yahut çan sesi geliyordu içerden…
Gazi Caddesi’nden biteviye kamyonlar geçiyordu. Kocaman tekerlekli, heybetli, iri kamyonlar. Dorseleri taşla, toprakla, parçalanmış eşyalarla doluydu; kırık kapılar, pencereler, koltuk parçaları, perdeler, giysiler, türlü türlü ev gereçleri… Kamyonlar geçiyordu durmadan; kamyonlar, kamyonlar, kamyonlar…
Hava ağır ve pusluydu. Çelikten bir zırha bürünmüştü sanki şehir. Dönüp bakamıyor, soru soramıyor, fotoğraf çekemiyorduk…
Sonradan anlayacaktık. 5000 yıllık Suriçi; Suriçi’ndeki mahalleler, evler, iş yerleri, sokaklar, çarşılar iş makineleriyle yıkılıyordu. Yıkılıyor ve kamyonlara doldurulup Dicle Nehri’nin kıyısında büyük bir mezara boşaltılıyordu…
O günden sonra bir daha gidemedim Amida’ya! On Gözlü Köprüsü’nden geçemedim, Sülüklü Han’da oturup dostlarla sohbet edemedim, Keçi Burcu’na çıkıp Hevsel Bahçeleri’ni seyredemedim; bir daha varamadım ayakları dibine Dört Ayaklı Minare’nin, oturup bahçesinde Surp Giragos’un serinleyemedim...
Bir aralık bakabilmek
2019’un ilk günleri. İstanbul-Ankara Otoyolu.
Kışın mevsiminin gücü, Sapanca Gölü çevresinin yeşilini ocak ayında bile değiştirmeye yetememiş. Gözün alabildiği her taraf, nemli, ıslak bir yeşile gark olmuş. İçinde bulunduğum araç, gölün kıyısındaki yoldan Ankara yönünde salına salın ilerliyor.
Telefonumun sesiyle kendime geldim.
Arayan Elvan Öğretmen’di. Merakla açtım.
O, heyecanlı cümlelerle kendini tanıtırken, gülümsüyordum. Telefonumda kayıtlıydı zaten, hemen anımsamıştım onu.
“Diyarbakır’dayım” dedi.
Beklemeksizin sordum, “Sur’a gittin mi?”
“Gitmez olur muyum, gittim.”
Sesi titriyordu, bir an duraksadı;
“Gittim ama beni içeri almadılar. Kocaman, yüksek paravanlarla kapatmışlardı sokağı. Polisler bekliyordu, bırakmadılar ki gireyim.”
Yutkundu. Merakla yutkundum ben de… O an, sanki nemli gözlerindeki acıyı görür gibi oldum yaşlı adamın. Devam etti;
“Rica ettim, yalvardım polislere. İçlerinden biri insafa geldi, ‘gel dayı’ dedi, biraz araladı paravanı. Uzattım başımı, bir aralık bakabildim…”
“Bir aralık bakabildim!”
Bir paravan, karanlık bir gökyüzünü gizlemeye yeter mi sizce?
Peki ya, bir kente karşı işlenen suçları nasıl örtebilir o?
Bir tarih, göz göre yok edilirse eğer, bir kültür kıyıma uğratılırsa bir şehrin göbeğinde, nasıl bir miras kalır ki o ülkeden geleceğe?
Bir kapı aralığından, uzatıp başını bir aralık baktığında, acaba neleri görmüştür Elvan Öğretmen?
78 tanesi tarihi tescilli, 4985 yıkılmış yapı kimin eseri olabilir? Hakkında, acele kamulaştırma kararı verilen 6.300 yapının kaçı ayaktadır şimdi? UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi’ne alınan Sur’dan ne kalmıştır geriye?
Sur! Üç yıldır, dünyanın en uzun süreli sokağa çıkma yasağının sürdüğü, yıkılmış, dümdüz edilmiş bir şehrin adı… Beş bin yıllık bir tarihin üzerine inşa edilmekte olan beton villalar ne anlatmış olabilir yaşlı adama?
* * *
Bir aralık bakmak hayata…
Sur’a, yıkılmış bir kente, yok edilmiş tarihe, yitip gitmiş zamana…
Eğer siz de, gündelik hayatın cenderesinden kurtarıp başınızı, bir aralık bakmayı denerseniz Elvan Öğretmenin gözleriyle, gidip de bir daha asla geri gelmeyecek olan bir hayatın sızısını duyabilirsiniz belki.
Olur da bu yazıyı, sonuna kadar okumaya tahammül ederseniz, aynı sızının bir hüzün nehri gibi, inceden inceye benim de yüreğimde aktığını hissedebilirsiniz.
Kim bilir…
14 Şubat Dünya Öykü Günü’nde hiç bitmeyecek umutlara…