Bir süredir yeni bir sözcüğün adıydı lügatimizde Gezi.
Hiç beklemediğimiz bir anda hayatımıza dâhil olan, apansız çekip giden.
Ömrümüzün, belki de bir daha yaşayamayacağımız görkemli bir son baharıydı o.
Rengârenk çiçekler gibi açmış, serin bahar rüzgârları gibi esmiş, umut olmuştu yaşamımıza.
2013 yılı Haziran ayının ömrümüze bırakmış olduğu nadide bir armağanın adıydı o.
Giderek daha çok karanlıklara bulanan gökyüzümüzde, ansızın parlayan göz alıcı bir ışıktı Gezi.
Ya da düşlerimizin sığındığı sihirli bir sözcüğün adı. Haziran’ın müjdecisiydi gibiydi o.
Mayısın en son günü hayatımıza girmiş, sevinçli bir rüyayı yaşar gibi yaşanmış, derin izler bırakarak çekip gitmişti hayatımızdan.
Yeni doğmuş bir çocuğun henüz el değmemiş saflığındaydı Gezi.
Masumdu.
Masumluğuydu çocukluğumuzun, gençliğimizin, hayallerimizin.
Gezi’nin masumiyeti bize aitti.
Çünkü ağrımız vardı yıllardır süregelen.
Acımız vardı hiç dinmeyen.
Ve yenilmişliğimizdi, dinmeyen acılarımızın imbiğinden süzülen.
Çünkü hüzünlüydü bizim yenilmişliğimiz; hüzünlü ve ağırdı.
Her dönem öldürülen bizdik çünkü.
Her dönem öldürüldüysek eğer biz, her devir vurulduysak; ıssız sokaklarda failli meçhullere gittiyse adımız; dağların kuytuluklarında, ya da alenen meydanlarda paramparça savrulduysa bedenlerimiz…
İşte bunun içindi yenilmişliğimiz, bundan dolayıydı hüznümüzün ağırlığı… İşte en çok da bu yüzden masumdu Gezi.
Gezi demek analarımız demekti. Onlarca yıldır, Galatasaray’ın soğuk kaldırımlarını mekân tutmuş kadınların bekleyişiydi o; kayıp çocuklarının yolunu gözleyen anaların hiç dinmeyen çığlığı, kurumayan gözyaşıydı o. Her biri delikanlı, civan mert; her biri özge can, asi çocuk; her biri genç kız, bir daha hiç duyulmayacak sesiydi.
1977'nin 1 Mayıs’ında, Taksim de, Kazancı Yokuşu’nda, daracık bir sokakta kıstırılmış bir kuşağın boğulmuş nefesiydi Gezi.
Mayıs denince hep kanamalı olurdu. İşte yine, Kiraz Zamanı gibi kanamıştı hüzün...
Ama olsun, artık bir anımız vardı şimdi, hayallerimizin doruğunda.
Bundan böyle kıvılcımı çakılmamış bir devrimdi o; henüz yaşanmamış bir aşk, bitirilmemiş bir serüvendi... Cümle yaşadıklarımıza, yenilgilerimize, yitirilmiş sevdalarımıza yaktığımız bir ağıttı o. Çünkü ağıtlarımız hep yenilmişliğimize dairdi; çünkü daha güzel hayatlara olan gecikmişliğimize vardı bizim… Bir zamanlar, yüreği atıp da başkaldıranlarımız, eşkıya diye sergilendiyse boy boy afişlerde; 1971'in Nurhak’ında, 1972'nin Kızıldere’sinde, 1973’ün Mirik Mezrası’nda; boğazımıza yağlı urganlar geçirilerek Mayıs’ın şafağında; 12 Eylül’ün Diyarbakır zindanlarında hep biz öldürüldüysek eğer; binlercemiz işkenceden geçirildiyse, ezildiyse ruhlarımız, yerlerde süründürüldüyse insanlığımız…
İşte bunun içindi yenilmişliğimiz ve en çok da buna dairdi gecikmişliğimiz.
İşte bir kez daha bu yüzdendi Gezi’nin masumiyeti.
Bundan dolayıdır ki, bu kadar ağırdı yüreğimizin yükü.
Bunun içindir ki, borcumuz vardı hayata ve ödemeyi denemiştik mayısla borcumuzu.
Peşinden koşup da bir türlü yetişemediğimiz o görkemli baharın habercisiydi Gezi; düşleyip de bir türlü sahip olamadığımız, susuz kalıp kana kana içemediğimiz, müjdesini bekleyip sevinemediğimiz...
Hayatlarımızda hep var olan bir hayalin, bir anda parlayıp da sönmesi gibiydi o. Göğü tutuşturmak amacıyla peşinden koştuğumuz bir heyecana benziyordu gelişi. Büyük ateşler yakmak uğruna yaşayamadığımız çocukluğumuz, âşık olmaya bile zaman bulamadığımız gençliğimiz, en çok da özlemlerimizdi bizim Gezi. Çölün ortasında, beklenmedik anda fışkıran berrak bir su gibiydi o; yüreklere şırıl şırıl akan bir dere, dağların sarp yamaçlarından gürül gürül çağlayan bir şelale, denizi özleyen bir nehirdi Gezi.
Kayıkhaneleri yok edilmiş, tepeleri tarumar; sırça köşkler sarmış her yanını; villalar, rezidanslar, malikâneler... Bıçağın kemiğe değdiği anda, tepeden tırnağa mahşer bir şehirdi o. Çoktandır unutulmaya yüz tutmuş bir düşün, ruhumuzda yeniden uç vermesi gibiydi Gezi. Bundan böyle umut denildiğinde yüreğimizde kıpırdayacak şeyin adıydı o. Nice hayaller kurmuş, nice fırtınalara göğüs germiş, nice ateşlerde yanmış bir kuşağın yeniden yazılmaya başlayan hikâyesiydi. Gezi’de yaşananlar düşlerimizin kısa bir özetiydi sanki.
Bir şehrin karanlık, izbe sokaklarının bali koklayan, esrar içen, tiner çeken çocuklarıydı o… Direnişle birlikte yaşadıklarını fark eden, barikatlarda direnişçilerle kol kola duran; abla, dayı, anacığım diye hitap eden, baba diye seslenen; güvenilen, sevilen, değer gören… Direniş yenilip de herkes evlerine çekildiğinde yetimler gibi ortalıkta yapayalnız kalan, bir kez daha yenilen, bir kez boynu bükük kalan Civan’ıydı sokakların Gezi; Ziya’sıydı, Rizgar’ıydı, Zülfikar’ıydı… Hayalleri futbol sahalarına hapsolmuş “apolitik” taraftar gruplarının Barbaros Bulvarı’nda kahramanca direnişiydi Gezi. Taksim’in soluk alınacak son parkının adıydı. Sökülmüş ağaçları yeniden dikmek üzere Taksim’e koşarken, bir cehennem ateşinin ortasında kalan Rizeli Mükerrem Amca’nın, göğsünü açıp polislere “vurun beni!” diyen haykırışıydı Gezi.
Gezi’nin masumiyeti, hayatında hiç eyleme katılmamış küçük oğlumun, Taksim’deki kalabalığa yetişmek üzere çantasına limonu, solüsyonu, gaz maskesini tıkıştırırken “yanına biraz da para al” diyen annesine, “saçmalama anne, orada para geçmiyor” diyen hiç kirlenmemiş masumiyetiydi. Gençlere, barikatta kol kanat germeye çalışan yaşlı 68’linin babacanlığıydı; onu “dayı sen gel, biz gerekeni yaparız” diye kolundan çekiştirip arkalara götüren delikanlının özgecanlığıydı… Ciğerleri gazdan pare pare olmuş delikanlının, yüzünde ince bir tebessümle, az önce hayatı kendine zehir etmeye çalışan zırhlı, coplu, kalkanlı polislerin yüzüne dikilerek inadına kitap okumasıydı Gezi. Öfkeden gözü dönmüş, üzerine gaz püskürten polislere, ısrarla karanfil uzatan kadının bitmek bilmeyen sevgisi; çiçeği burnunda üniversiteli bir gencin zehir ve duman bulutu içinde akardion çalması, on beşinde ekmek almaya giderken kara kaşlı, kara gözlü bir çocuğun bir kuş gibi vurularak yığılıp kalmasıydı...
Daha sayamadığım, sayamayacağım ne çok şeydi Gezi. Yüz yıllık tarihimizde gelecek kuşaklara kalacak en değerli mirasımızdı belki o. Bundan böyle, anlatacak çok şeyimiz olmuştu tarihe. Güzel anıları saklamanın bir adına dönüşmüştü şimdi o. Öyle çok şeydi ki hayatımızda Gezi, öyle çok şeyi sığdırmıştı ki hayatımıza… Hiçbir şey bırakamadıysak arkamızda, hiçbir şey anlatamadıysak eğer çocuklarımıza, şimdi anlıyorduk ki bir umut ışığı kalacaktı geride. İşte o umudun yüreklere sinmiş kokusu, düşlerde parıldayan rengi, Gezi Parkı’nda yeşermiş haliydi Gezi. Yeni doğan bir güneşin, yıllardır karanlıkta kalmış bir çiçeğin özüne ilk defa dokunması gibiydi o; kelebek kanadıyla renk renk, cümbüş cümbüş binlerce çiçeğin bir araya gelmesi, bir Türk’ün bir Kürd’ü ilk defa sevmesi gibiydi Gezi. Ezan sesiyle kutsanmış, dualarla sevaplar kazanmış bir toplumun yüz yıllardır sahip olageldiği değerlerin; güzel olan, ahlaklı olan, erdemli olan ne varsa, Kabataş’ta bayağı bir yalana kurban edilmesi, bir ülkenin yaralı vicdanının Dolmabahçe’de bir camide acımasızca kirletilmesiydi… Bir ülkenin kahramanlığıydı o; geleceği, yarınları, onuruydu… Gaz bombaları arasında gitar çalan bir çocuğun bakışlarındaki heyecan, gözlerindeki umut, kalbindeki direnişti. Diyarbakır’daki filmimizin galasında “abi beni bağışla, İstanbul’a dönmeliyim!” diyen Kürtçe tercümanımızın özür dileyen sesi, önüne düşen utangaç, mahcup bakışlarıydı Gezi. Aynı yolculuğa, bizimle birlikte çıkmak için can atmış 83 yaşında emekli profesörün, Gezi’deki kalabalığa katılmak için “çocuklar ne olur, beni de azat edin, döneyim” diyen çocukça yalvarışıydı. Sığındığı belediye otobüsünde küçük bir kız çocuğunun, “baba, polis amcalar bize niye gaz sıkıyor” diyerek gözyaşları içinde kalmasıydı Gezi. Gezi Günleri boyunca, genç kadın doktorun yardımcısı gibi çalışan, yaralılara ilaç verip bandaj takan, her gün direnişçilerle yatıp kalkan, on sekizindeki tinerci gencin, direnişin kırıldığı gün hüngür hüngür ağlamasıydı. Yüzünü, göğsüne gömdüğü kadın doktordan “abla, yanınızda ilk defa kendimi insan gibi hissettim” deyip hıçkırıklara boğularak ayrılmasıydı.
Baharda yaşanan taze bir aşk gibiydi o, gelecek güzel günlerden alınmış bir avans gibiydi, ölümle yapılan dans gibiydi Gezi. Mayıstan baki kalan son gün apansız girivermişti hayatımıza. Çocukluk ve gençlik yıllarımıza ait, hepimizce unutulmuş bir mazinin adıydı sanki. Karanlığa ve betona boğulmuş bir ülkede, damarları kurumuş, ışığa ve suya hasret kalmış bir şehirde güneşe doğru fışkıran bir filizdi adeta. Öylesine coşkun, öylesine taze, öylesine cıvıl cıvıldı ki… Gezi demek, 1978’li yıllarda, Mamak’ta bir gecekondunun kireç badanalı odasında, mum ışığında okunan Kapital’in sararmış sayfalarında kalmış heyecan gibiydi. En çok da neydi biliyor musunuz Gezi? Yıllardır yalanla, kinle, nefretle beslenmiş; başka bir dilde konuşan, başka bir biçimde düşünen, başka bir tutkuyla seven insanların ilk defa bir araya gelmesiydi; bir araya gelmesi ve hiç olmadık şekilde birbirini sevmesiydi. Yıllardır birbirini düşman gören Türkle Kürdün, ateş altında ele ele vermesiydi Gezi. El ele verirken, birbirinin kalbine işte bu kadar yalın, bu kadar önyargısız, bu kadar içten dokunmasıydı.
Bir çocuk kalbi gibi temizdi o. Suyunu arayan bir ağaç kadar masumdu. Elinde taşıdığı iki şişe sütle yaşlı bir ninenin,“oğlum göze iyi gelirmiş” diyerek kalabalığın arasında oradan oraya sekmesiydi Gezi. Çünkü geleceğini arayan gençliğin emeği vardı onda. Çünkü hayalleri yorulmuş bir kuşağın izi vardı onda. Çünkü umut vardı onda; çocuklarımızın özlediği savaşsız, sömürüsüz bir hayat vardı. Bizim de hak ettiğimiz, çalınmış yarınlarımız vardı; aşk vardı, sevgi vardı, yedi veren güllerinin kokusu, rengi vardı.
Öylesine lekesizdi ki Gezi; öylesine lekesizdi ki Gezi’nin masumiyeti, çamur değse kir tutmazdı; ele geçirilmiş ajanslardan, havuz dolusu ekranlardan irin aksa dokunmazdı ona. Memesinden yeni sağılmış taptaze süt kadar aktı. Gözelerinden köpük köpük fışkırmış pınarlar kadar berraktı. Ana rahmine yeni düşmüş bir çocuk kadar saf, her türlü yalana, riyakârlığa rağmen açık ve duru, bir o kadar umut doluydu. Gezi’nin masumiyeti ciğerlerini söken gaza ve zehire karşı gençlerin sevgiden, aşktan ve danstan ibaret direnişiydi.
Gezi demek, yaraları açık kalmış, sevinçleri yasaklanmış, umutları çalınmış gençliğimiz demekti; düşleri hep yarım kalmış, hep üşümüş, hep bastırılmış, hep ötekileştirilmiş zavallı ülkemin çaresizliğiydi Gezi. Her şeye rağmen, geç kalmış ama yine de yeşermiş sevincimizdi bizim Gezi. Gezi demek, sevince derin bir aşkla sevmenin, gülünce ağız dolusu gülmenin; paylaşmanın, dayanışmanın, el ele vermenin; en az insan kadar ağacın, ağaç kadar ormanın, orman kadar parkın; mavinin, sarının, yeşilin; aç kalan, üşüyen, tiner çeken çocukların; toprağın suya, yaprağın ışığa hasret kalmasının; börtünün, böceğin ve çiçeğin cümlesiydi. Gezi’nin masumiyeti, bir ülkenin masumiyeti gibiydi. Billur bir ay ışığı saflığında bu toprakların vicdanından süzülerek gelen cümle renklerin, cümle seslerin, cümle ahenklerin bir araya gelme cesaretiydi Gezi. Gezi’nin masumiyeti, hepimizin masumiyetiydi…