Güm, diye bir ses duyuldu. Parçalanan kapının ardından tam donanımlı polisler paldır küldür yatak odasına daldılar. Yataktaki genç çift neye uğradığını şaşırmıştı. Alelacele üzerlerine aldıkları çarşafla korunmaya çalıştılar. Polisler göz açıp kapayıncaya kadar zenci delikanlının üzerine çullanmış, cop ve dipçik darbeleriyle perişan etmiştiler bile. Tamamı beyaz tenlilerden oluşan kolluk gücü, yine beyaz tenli olan kadını ayırdılar, üstünü giyinmesine izin verdiler.
Olay Güney Afrika’nın Cape Town şehrinin kenar bir semtinde meydana geliyordu. İngiltere ve Hollanda’dan gelen beyaz adamın, uzak topraklardaki elmas ve altına hâkim olma hırsının başka bir ırk üzerindeki tezahürüydü bu.
On yıllardır Güney Afrika’yı sömürgesi haline getirmiş olan İngilizler, 21.yüzyıla ramak kala dünyada eşi görülmeyen, adına Apertheid denilen ırkçılık rejimini uyguluyordu.
Cinsel ilişkiye girmek bile yasaktı
Beyazlarla siyahların evlenmesini yasal olarak engellemişti. Ötesi, cinsel ilişkiye girmeleri bile yasaktı. Beyaz adamın kolluk güçleri acımasızca davranıyordu; gençler takip ediliyor, evlere, yatak odalarına baskınlar yapılıyor, yakalanan siyahlar medyada teşhir ediliyordu…
Beyaz adamın, teni beyaz olmayanlar üzerinde kurduğu tahakküm bununla sınırlı değildi elbette. İngiliz ve Fransızların on yedinci yüzyılın ortalarında başlayan ticari hevesleri, onların bu toprakları sömürge ilan etmeleriyle başka bir safhaya taşınmıştı. Johannesburg yakınlarında bulunan elmas ve altın yatakları Afrikalı siyahların vatanını işgal etmek için yeteri kadar iştah kabartıcıydı. Kendilerini Afrikanerler olarak adlandıran beyazlar, kısa sürede bu toprakların sahiplerine, kendi ülkelerini cehenneme çevirecek yasal düzeni kabul ettirdiler. Böylece 1913’ten itibaren ırkçılık anayasal zeminde yer buldu.
Siyahların toprak sahibi olmaları ya da arazi kiralayarak tarım yapmaları yasaklandı. Onlara, sadece beyazların çiftliklerinde, madenleri ve fabrikalarında, en sefil ücretlere çalışmak kalıyordu.
Siyahlar için çıkartılmış özel yasalar vardı. Örneğin oy kullanma hakları yoktu. Seyahat etmeleri, yer değiştirmeleri, “geçiş yasaları” gereği beyazların iznine bağlıydı. Afrikalılar kimi zaman beyazların onda biri kadar bir ücretle çalışabiliyordu. Beyazların mahalleleri, okulları, işyerleri de ayrıydı. Siyahlar beyazlarla aynı trende, otobüste seyahat edemez, aynı sinema salonunda film izleyemez, aynı plajda yüzemezdi. Tuvaletleri, su içme yerleri bile ayrı olmak zorundaydı. Siyahların çocuklarına matematik öğrenmeyi bile gereksiz gören bir sistemin adıydı Apertheid.
İşte bu kadar vahşi, bu kadar insanlık dışı, bu kadar utanç verici ırkçılık rejiminin yıllar yılı ayakta kalmasını sağlayan ülkenin adı, üzerinde güneşin batmadığı imparatorluk, Birleşik Krallık, İngiltere’den başkası değildi.
On beş yaşın üstünde bütün erkekleri öldürüyor
"Yakaladığımız Cezayirli kadınlara ne yaptığımızı soruyorsun: Bir kısmını rehine olarak elimizde tutuyor, geri kalanını arttırma usulüyle hayvanlar misali erkeklerimize veriyoruz. (...) On beş yaşın üstünde bütün erkekleri öldürüyor, kadın ve çocukları alıp Marquesas Adaları ya da başka bir yöne giden gemilere bindiriyoruz. Bir kelimeyle; ayaklarımızın dibine köpekler gibi kapanmayanlara ölüm...”
Bu sözler, Fransa’nın Cezayir’deki sömürge subayı olan Montagnac’ın mektubunda geçiyordu. Ve Hitler’den yüz yıl kadar önce, Cezayirlilerin kollarına “itaat et” mührünü bastıran Fransız komutan General Bugeaud’ın ardılıydı o.
Beyaz adamın 1830 yılında kolonisi haline getirdiği Cezayir, bir buçuk asır boyunca batının uygar insanının zulmü altında yaşadı. Bu süre içinde 500 bin kişilik Fransız sömürge ordusuna karşılık, çeşitli gerilla grupları, kurtuluş örgütleri ve kurdukları cepheler aracılığıyla beyaz adamın zalimliğine başkaldırdı. Cezayirli sivil başkaldırıcılar ve gerillalara karşı Fransa’nın büyük kozu “Fransız Paraşütçüleri” idi. Bunlar bir kısmı eski Fransız sömürgesi Vietnam’dan gelen tecrübeli savaş timleriydi. Saldırı, acımasızlık, vahşet, işkence konusunda ayrı bir ünleri vardı. Yakaladıkları direnişçileri uçaklardan atıyor, ırzlarına geçtikleri kadınları çırılçıplak soyarak hatıra fotoğrafı çektiriyorlardı. Fransızlar, halkın başkaldırı ve direnişini önlemek için sık sık olağanüstü hal ilan ediyor, ülkeyi sürekli olarak OHAL rejimi altında yönetmeye çalışıyorlardı.
Cezayirlilerin haklarından bahsetmek; adalet, özgürlük, barış istemek “bölücülük” anlamına geliyor, 'Fransız topraklarının bütünlüğünü bozmak' ve “vatan hainliği” yapmaktan suçlanmak için yeterli oluyordu. Bu şekilde 30 bin kişi hapse atılmış, sendikalara, siyasi partilere hareket alanı bırakılmamıştı.
Kurulan kontr-gerilla örgütü OAS eliyle işlenen cinayetlerin haddi hesabı yoktu.
Cezayir savaşındaki başarılarıyla Fransa devletinin en büyük onur nişanı Legion D'honour ile onurlandırılan Geneal Paul Aussaresses yıllar sonra, Cezayirliler üzerinde uyguladıkları adam kaçırma, uçaktan atma, elektrikli işkence ve tecavüz olaylarını itiraf edecekti…
Çağdaş Fransa’nın, komşu bir kıtada işlediği soykırım ve insanlık dışı suçlara rağmen 1 Temmuz 1962’de yapılan referandumda 6 milyon kişi bağımsızlık yönünde oy kullanırken, 16 bin kişi lehte oy kullanmış ve Cezayir bağımsızlığına kavuşmuştu.
Cehennemi bir ateş topu gibi esen kasırga; bağırsakları karınlarından boşalan, kafatasları parçalanan, gözleri yuvalarından fırlayan çocuklar, eriyip buhar olan insanlar… Gözleri kör, kulakları sağır, teni hissiz bırakan sınır tanımaz bir ölüm ve vahşet tufanı…
ABD’nin iki dokunuşla kadın, çocuk, yaşlı, genç, sağlıklı en az 283 bin Japon’u yok ettiği iki atom bombasının Hiroşima ve Nagazaki kentlerinde yol açtığı felaketin sonuçlarıydı bu. Modern çağın gördüğü, en kısa sürede gerçekleşmiş olan mükemmel bir toplu cinayet.
Hedefine giderken savrulmaması için özellikle tasarlanan, bir buçuk metre yüksekliğinde ve 3 metre uzunluğundaki bombanın üzerinde şöyle yazıyordu: “Size bir hediye daha" ve "Hirohito'ya ikinci öpücük.” Bockscar uçağının taşıdığı bombanın adı “Şişman Adam” dır.
Bockscar, 6 saatlik uçuştan sonra havada, iki B-29 uçağından 'Mükemmel Artist' adlı uçakla buluşur. B-29’un görevi atom bombasının gücünü ölçmektir. Hava koşullarının yeterli olmaması nedeniyle Kokura kentini geçerek komşu şehrin üzerine yönelirler. Şehrin üzerine geldiğinde pilot hedefi gördükten 45 saniye sonra 'Şişman adam" ı serbest bırakacak düğmeye basar ve hızla irtifa kazanarak birazdan yaşanacak o büyük cehennemden uzaklaşmaya başlar…
1945 yılında, ABD’nin Hiroşima’dan sonra kullandığı atom bombasının Nagazaki’ye atılış anıdır bu.
Aynı Amerika, kıta ötesinden gelerek giriştiği ve 56 bin ABD askerine karşı, 1,5 milyon Vietnamlının ölümüne yol açan savaşta, Vietnam’ın üzerine, ikinci dünya savaşında kullanılan toplam bombaların 6 katı kadar bomba bırakmaktan geri kalmayacaktır…
ABD, bırakalım konvansiyonel ölüm silahlarını, kimyasal ve biyolojik gazları, bir anda yüzbinlerce sivili öldürecek ve etkileri kuşaklar boyu sürecek olan nükleer silahları tereddüt etmeden kullanan ilk devlet olmuştur. O, bir ölüm makinesini, şehirleri toptan yok etmeye programlayarak gerçekleştirdiği soykırımla, insanlık tarihinin utanç sayfalarına adını yazdıran ender ülkelerden biri olma unvanını kazanmıştır.
Geçenlerde “füzeler geliyor” demişti Trump.
Tıpkı Hiroşima ve Nagazaki’de; Vietnam’da, Afganistan’da, Irak’ta ve Libya’daki gibi…
Kibirle yüklü öfkesini, yedi kıtaya birden şarlayarak konuşmuş; “bekleyin, füzeler geliyor” demişti. Ardından, Suriye'ye özgürlük getirmek heveslisi İngiltere ve Fransa hemen hizaya girmişti.
Şimdi bu üç medeni (!) ülkenin liderlerine seslenmek istiyorum.
Bilmem ki hangi birini anlatayım size?
Biraz evvel, kara bir leke gibi tarihe düşmüş, yüz karası suçlarınızı özet olarak sıraladım, vicdanınız varsa eğer belki de utanırsınız.
Varsayalım, basit bir kimyasal silah yalanıyla Irak’ta 1 Milyon insanın canına kıydığınızı çabuk unuttunuz.
Hadi diyelim insan olmaktan çıktınız, yaşadığınız bu süratli evrimle Darwin’i bile şaşırttınız; omurgalı memeliler sınıfından uzaklaşıp son sürat yeni bir türe doğru değiştiniz; söyleyin, nasıl bir mahlûkatsınız siz?
Dolar dolar, varil varil beslediğiniz cihatçılar eliyle Ortadoğu’yu cehenneme çevirdiniz. Yüz binlercesi kırıldı, milyonlarcası yurdundan oldu, ozon tabakasını bile yırttınız; uzak kıtalarda, şatafatlı kulelerinizdeki hayatlarınızda mutlu musunuz?
Görüyoruz, ajanslarınızda her gün Akdeniz’in, Ege’nin sahillerine vuruyor bebek ölüleri. Timsah gözyaşlarınızla suluyorsunuz yeryüzünü. Bu doymak bilmez iştahınızla dünyanın köküne kibrit çakılmayacağından umutlu musun?
Sahi, çocuklarınız var mı sizin? Hani, demokrasi götürmek için seferber olmuştunuz ya Suriyeli Aylan bebe için… Onun, sahile vurmuş körpecik bedenine rastlamıştınız ya haber bültenlerinde. Sakladınız mı, çocuk ölülerinin denizde şişmiş bedenlerinin suretlerini çocuklarınızdan?
Duydum ki, son beş yıl içinde %100 artmış Ortadoğu’da silah satışları. Kasalarınız senelerdir hiç bu kadar dolmamıştı değil mi; senetleriniz, böylesine pirim yapmamıştı…
Geçenlerde okumuştum, dünyadaki silahların üçte biri ABD tarafından üretiliyormuş. Desek ki, yeryüzündeki ölümlerin üçte biri Amerikan silahlarıyla gerçekleşiyor, yalan olur mu, ne dersiniz?
Görüyorum ki getirdiğiniz medeniyet, ölüm ihraç etme yarışında hâlâ dünyanın dört bir yanına.
Boşuna dememiş Honore de Balzac, “her büyük servetin altında büyük bir suç yatar” diye. Sahi, Irak’ta 1 Milyon insan ölürken, ne kadar büyüdü silah şirketleriniz? Kaç puan daha yükseldi borsalarınızdaki endeksleriniz?
Tanrılar, bir süredir cehennemin kapısını Orta Doğu’da araladılar. İştahları doymak bilmiyor tiranların, silah tüccarları mütemadiyen birbirleriyle yarış halinde, şirketleri rekor üzerine rekor kırıyor borsalarında.
Irak’ı çoktan kana buladılar. Libya, ortaçağ karanlığına yuvarlanıyor hala; Mısır, Yemen, Somali, Sudan, Nijerya, Mali, Kongo... Peki ya, Ruanda? Fransız gözetiminde ölen 800 bin insan?..
Birleşik Krallık; üzerinde güneşin batmadığı o büyük imparatorluk. Toprakları ateşle, kanla, barutla yoğrularak tarihten izi silinen kadim ırkların ülkesi; Amerika Birleşik Devletleri. Parisli komünarların kanı üzerinden ayağa kalkmış özgürlüklerin Fransa’sı; paranın, hisse senetlerinin, kirli pazarlıkların ittifakı…
Şimdilerde Suriye’de birlikte iş başındalar. Yalan içirmeye devam ediyorlar hâlâ ajansları yeryüzüne. Hep beraber göklerden ölüm indirme yarışındalar.
Dünyanın en büyük şarlatanları, insanlığın yüz karası, modern çağın haydutları bunlar.