Rusya'nın 24 Şubat'ta başlattığı Ukrayna'ya yönelik operasyonu ve sınır ülkelerine yönelik NATO şemsiyesi altında olmayan bir ülkeye yönelik 'işgal' saldırısı yapması sonrasında, Rusya ile 1300 km sınırı bulunan Finlandiya ile bir başka İskandinav ülkesi İsveç'in NATO kalkanından yararlanmak istemesi son derece doğal bir davranış biçimi…
Her iki ülkenin yıllardan beri koruduğu 'tarafsızlık' çizgisinde radikal bir değişim yapma kararları ise tarihi bir gelişme…
Bu nedenle bu ülkeler, 18 Mayıs'ta NATO'ya üyelik başvurusunu resmi olarak gerçekleştirdi. Üyelik ancak NATO'nun 30 ülkesinin 'oy birliği' ile mümkün…
Yani her bir NATO ülkesi bu üyeliklere karşı 'veto' kartını kullanabilir.
Erdoğan, iki ülkenin de üyeliklerine 'olumlu' bakmadığını belirtti. Gerekçesi, PKK ve YPG'ye iki ülkenin verdiği destek…
Türkiye yalnız değil. Hırvatistan da, Bosna-Hersek'teki Hırvat azınlığın durumuna dikkat çekmek için 'veto' ihtimalini göz ardı etmediğini söylüyor. Belki başka ülkeler de 'diplomasi' açısından daha doğru olan 'geri planda' ve 'kapalı kapılar ardında' ikili sorunlarını çözümleme yoluna gidiyor veya gidecekler.
Bu türlü uluslararası kuruluşlara üyelikler sırasında, 'ihtilafı' olan ülkelerin durumdan yararlanarak 'ikili' sorunlarını çözümlemeye yönelik girişimleri son derece doğal ve diplomaside bunun yeri var. Ama bunun doğru bir yöntemle yapılması gerekiyor. Üyeliği katı bir dille reddedeceğini söyleyip, tüm NATO ülkelerini karşısına alarak ve belki karşılığında sözlü ya da yazılı bir güvence elde edip bu üyeliğe rıza gösterildikten sonra hiçbir şeyin değişmediğinin görülmesi kuvvetle muhtemel… Bu durumda yapacak fazla bir şey yok. Üyelik niyeti öncesinde bunun öngörülüp ikili ilişkilerle sorunun çözümlenmesi, diplomasiye en çok yakışan ve doğru olan bir durum. Ama bunu yapacak diplomat kadrosu ve dış politika vizyonu kaldıysa… Türkiye'de bu eksik.
Türkiye, 1952'den bu yana üyesi olduğu NATO'da İsveç ve Finlandiya'nın katılımına, PKK'ya ve Suriye uzantısı olan YPG'ye verilen destek nedeniyle itiraz ediyor. YPG, NATO'nun bir numaralı ülkesi ABD ve onun liderliğindeki koalisyonun Suriye'de ana ortağı durumunda… İsveç'in YPG'ye askeri ekipman ve mali destek sağlaması, 2019 yılında Suriye'nin kuzeyinde gerçekleştirilen ve YPG'yi hedef alan Barış Pınarı Operasyonu'nun ardından yine iki ülkenin Türkiye'ye silah ambargosu uygulaması Türkiye ile 'ihtilaf' yaratan konular... Bu sorunlar uzun bir süreden beri Ankara ile Helsinki ve Stockholm arasında çözüm bekliyor. Ankara'nın eline bu sorunların giderilmesi için bir fırsat geçti. Ama geçmişten dersler alındı mı ve bu fırsatı doğru yöntemlerle mi gerçekleştirecek?
Hafızalarda darbeci General Kenan Evren'in hiçbir karşılık almadan Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına dönüşüne onay vermesi duruyor. Yunanistan'la yaşanan tarihsel anlaşmazlıklar konusunda çözüm fırsatı yaratmak için 'NATO' üyeliğinin kullanılamamış olması bir hataydı. O yıllarda ABD'nin 'Rogers Planı' adı altında başlattığı süreçle Türkiye ikna edilmiş ve Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına dönüşüne yeşil ışık yakılmıştı. Ancak kısa bir süre sonra bu dönüş, iki ülke arasındaki uzlaşmazlığı gidermediği gibi sadece "asker sözü"ne dayanılarak imzalanan bu anlaşma havada kalmıştı. Üstelik Yunanistan, NATO askeri kanadına dönüşünü "Türkiye'ye karşı kazanılmış bir diplomatik zafer" olarak değerlendirmişti. Acaba bu durumdan ders alındı mı? Alınsaydı, Güney Kıbrıs'ın AB üyeliğine yönelik elde edilebilecek kazanımlarla ilgili de doğru bir diplomasi yürütülür ve bugün ya Türkiye de AB üyesi olur, ya da KKTC'nin dışarıda bırakıldığı bir ortamda Güney Kıbrıs'ın tek taraflı üyeliği gerçekleşmezdi. Şimdi İsveç ve Finlandiya'nın NATO üyeliğine karşı yürütülen bu politikanın benzer sonuçlar getirmeyeceği ne malum?
Hatırlanacak olursa Türkiye'nin NATO içerisinde biraz farklı olsa da yaşadığı bir başka kriz daha oldu. Karikatür krizinin yaşandığı Danimarka'nın eski Başbakanı Anders Fogh Rasmussen'in NATO Genel Sekreterliğine getirilmesi, Ankara'nın itirazına neden oldu. 2009'da yaşanan bu olay, Türkiye'nin NATO'nun hem siyasi hem de askeri kanadında önemli makamlar elde etmesi neticesinde sonuçlandı. Ama bugün o diplomatlar yok. Siyaseten elde edilmiş, liyakat dışı mevkilerle görev yapan AKP kadroları görev yapıyor artık.
Şimdi Haziran sonunda Madrid'de NATO zirvesi gerçekleşecek. Normal sürecin uygulandığını düşünecek olursak İsveç ve Finlandiya'nın üyeliğinin bir yılda gerçekleşebileceği biliniyor. 30 ülkenin parlamentolarından da bu üyeliklerin onay alması gerekiyor. Türkiye'nin bu süre zarfında elinde birkaç kez veto edebilme olanağı var. Bu imkânı nasıl kullanacak göreceğiz. Stockholm ve Helsinki yönetimleri ile Ankara arasında nasıl bir 'diplomatik süreç' işleyecek? Yine ABD devreye girip bir takım planlar sunacak mı? Bu planlar, Yunanistan'la olduğu gibi yine havada mı kalacak? Üyelik sonrası yine dizler dövülecek mi?
30 Haziran'da yapılacak olan NATO zirvesine kadar bir gelişme olacak mı?
İzleyip göreceğiz. Acaba geçmişten ders alındı mı, yetenekli ve öngörebilen diplomatlar Dışişleri Bakanlığı'nda hâlâ kaldı mı ve yıllardan beri sürdürülen başarısız bir dış politikadan geri dönüş olur mu?
Bekleyip göreceğiz.