Şu çok konuşulan ‘Sessiz İstila’ adlı kısa film var ya… Orada doğal olarak en çok ilgimi ‘Zeynel Bey’in Hastanesi’ çekti… Filmde ki, ‘Zeynel Bey’ Türk mü, Suriyeli mi bilemedim. Çünkü bu isim iki ülkede de var. Zaten Arapça kökenli… Muhtemelen Zeynel Bey, yani adaşım Suriyeli…Çünkü hastanede Türkçe konuşmak yasak, çünkü herkes Arap, sadece iki temizlikçi Türk… Adaşımın, 2043 yılında kurduğu-kuracağı hastaneden ve bu kısa filmden ayrıca söz edeceğim. Görünen o ki, önümüzdeki seçimlerin iki ana konusu olacak. Biri ekonomi, diğeri ise sığınmacılar konusu… Halkın ‘Güçlendirilmiş Parlamenter Sistemi’ konusuna, hatta demokrasi ve özgürlükler söyleminin bile halkı eskisi kadar heyecanlandırmayacağını görüyorum. Halk en çok, ekonomi, geçim sıkıntısı, emeklilik ya da asgari ücretlerin yükseltilmesine yönelik söylemlere kulak verecek. Ama en az bu konular kadar ‘Sığınmacılar’la ilgili her söylem de vatandaşın ilgisini çekecek.
Siyasal analistler, sığınmacılar konusunda ‘en keskin’ söyleme sahip olan Vatan Partisi’nin oy oranında bir kıpırdanma olduğunu söylüyorlar. Ümit Özdağ oradaki damarı fark etmiş görünüyor. Oradaki kıpırdanmayı gören diğer partiler de, pastadan pay almanın da iştahıyla ‘Sığınmacılar’ söylemini keskinleştirecek ve halkın ‘Artık gitmeliler’ beklentisini karşılayacak söylem içine girecekler. Girdiler bile… Erdoğan 1 milyon sığınmacının ‘gönüllü’ dönmesi için onlara evler yapıldığını söyledi. Tabii bırakın evi olmasını, evinin kirasını ödeyemeyenlerin de eleştirisine maruz kaldı.
Uzun yıllar Avrupa’da yaşamış, yabancılar politikasını izlemiş, haberleştirmiş ve oradaki Türkler ya da yabancılara yönelik siyasetçilerin ‘ırkçı’ veya ‘yabancı düşmanlığı’ seviyesindeki söylemlerine tanık olmuş, mücadele etmiş biri olarak görüşlerimi aktarayım.
Bir kere ‘Sessiz İstila’ türü bir film Avrupa’da birçok sivil toplum kuruluşları, ‘İnsan Hakları’ derneklerinin açacağı davalara maruz kalırdı. Ceza alır ya da almazdı bilemem ama en azından bu davanın, bu türlü söylemleri önlemeye yönelik ‘caydırıcı’ etkisi olurdu.
Fransa hatta Avrupa genelindeki ‘Aşırı sağ’ yükselişi görüyoruz. Ancak oradaki siyasetçilerin söylemlerinin çok yakından izlendiğini, insan hakları kuruluşlarının ‘Yabancı düşmanlığı” ya da ‘Halkı kin ve nefrete teşvik etme’ unsuru tespit etmeleri halinde siyasetçilere dava açtıklarını biliyoruz. Fransa’da aşırı sağın en keskin sesi olan Eric Zemmour, bir İtalyan gazetesine verdiği demeçte sadece, “Müslümanların medeni kanunu Kuran’dır” dediği için mahkûm oldu. “İşverenler Arapları işe almamakta haklılar” dediği için, ‘Uyuşturucu satanların çoğunun Kuzey Afrikalı ya da Arap olduğunu’, son olarak da hızını alamayıp onları ‘Hırsız, Katil, Tecavüzcü’ diye tanımladığı için mahkûm oldu. Hatta bunu söylemi yaptığı TV kanalı da Fransa’nın RTÜK’ü tarafından ceza gördü. Fransa’da genellikle özerk bir kurum olan hak savunucusu ‘Le défenseur des droits’ ayrımcılıkla ilgili 25 kriterden oluşan mücadele programı belirlemiş durumda. Bazen sivil toplum örgütleri, bazen sıradan vatandaşlar bazen de herhangi bir devlet kurumu veya savcısı suç duyurusunda bulunup dava açabiliyor. Zemmour hakkında 15’e yakın dava açıldı. Türkiye’de nasıl ?
Ülkede yönetimin yanlış –ya da bilinçli- politikası nedeniyle bir ‘sürdürülemez bir yığılmanın’ yaşandığı görülüyor. 8 milyon sığınmacıdan söz ediliyor. Hatay, Kilis gibi kentlerde sığınmacıların sayının Türkleri aştığı söyleniyor. Bu durum sürdürülebilir bir durum değil. Mutlaka bir politikanın oluşturulması ve sığınmacıların geri dönüşlerini teşvik edici bir yol bulunması gerekiyor. Bu iktidar bunu yapar mı? Hiç zannetmiyorum. Çünkü onlarda ‘seçmen’ potansiyeli gördü, Türkiye’yi ‘Ortadoğulaştırma’ senaryosuna uygun buldu ve devam ediyor. Burası kesin
Ama diğer yandan, Türk halkını ‘Kin ve nefrete teşvik edici’ söylemlerin de önüne geçmek gerekiyor. ‘Sessiz İstila’ filminde olduğu gibi 2043’te ‘Zeynel Bey’in Hastanesi’nde çalışan Türk temizlikçinin Türkçe konuşmasının yasak olduğu, Suriyeli birinin önce ‘İstanbul Eyalet Başkanı’ daha sonra da ‘Başkan’ gibi bir sıfatla TV konuşması yapmasını, ‘abartılı’ ve ‘kışkırtıcı’ buluyorum. Özellikle çuvaldızı kendimize batıracak olursak, medya dilinin kemiği olmadığını görüyorum. ‘Pakistanlı Türklere küfretti’ gibi bir başlığın, Avrupa medyasında olamayacağını, olsa da adaletin hışmına uğrayacağını söylüyorum.
Evet AKP iktidarı, Suriye iç savaşı nedeniyle ülkelerinden kaçanlara "açık kapı politikası" uyguladı, Türkiye'yi adeta ‘kontrolsüz bir göç alanına’ döndürdü. Bu durum, radikal önlemlerle katıksız bir şekilde değişmeli. Ama halkın sığınmacılara karşı ‘nefret ve kin’ duygusuna da dönüşmemeli… Kabul edelim artık… 2011’den beri ülkemize gelenlerin büyük bir kısmı ülkelerine dönmeyecekler. Onlara yönelik bir ‘uyum’ politikası uygulanması ve Türk toplumuyla kaynaşmalarının kolaylaştırması için yine ‘radikal’ tüm önlemlerin alınması gerekiyor. Eğer Türkiye’nin Cenevre Sözleşmesi nezdinde coğrafi nedenlerle doğudan gelenlere ‘Mülteci’ statüsü vermesiyle ilgili rezervi olmasaydı ve bu konuda bir göç politikasına sahip olunsaydı, böylesine bir vahamet yaşanmazdı, ülkeye gelenler teker teker sicillerine, geçmişlerine bakılarak ‘Mülteci’ konumu elde edebilir, ya da sınır dışı edilirlerdi. AKP iktidarı, ülke için ne kadar ‘hayati’ olan böyle bir konuyu sadece ‘Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’ gibi bir kuruluşla takip ediyor. Sadece bu durum bile iktidarın hala konuyu yeteri kadar ciddiye almadığını, dolayısıyla sorunun ne kadar vahim olduğunu göstermesi açısından yeterli değil mi…?