Günümüzde dünya çapında çeşitli sebeplerle zorla yerlerinden edilmiş yaklaşık 83 milyon insan bulunuyor. İnsanların, sınırlar arası kitlesel göç hareketleri zamanımızın tartışmasız en önemli meselelerinden biri. Yakın dönemli örnekler halen çok taze; nehrin durgun yüzeyine bir taş düşünce merkezden çevreye doğru sıçrayan su damlacıkları gibi sınırlarının her bölgesinden komşu ülkelere dağılan Suriyeliler veya İran üzerinden Türkiye'ye geçen Afganlar…Zorla yerinden edilme, tarihsel olarak yeni bir olay değil. Göç, insanlık tarihi kadar eskidir ve şekli ne olursa olsun göçü yaratan koşullar tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de dünyanın çeşitli yerlerinde yeniden ve yeniden üretiliyor. İnsanlar binlerce yıldır daha iyi bir hayat için evlerini terk ediyor. Göçmenler, kökeninde ister savaş veya siyasal sebepler, isterse de ekonomik gereklilikler olsun, yaşamlarını güvenle sürdürebilecekleri bir yer için göç ediyor.
Uluslararası göç tartışmalarının birçok yönü var. Fakat bunların çoğu, sorunu basit bir fayda-zarar hesabına indirgeyerek, göç alan ve göç veren ülkeler için göçün ekonomik/siyasal maliyet ve faydalarına odaklanıyor. Hâlbuki göçün bir de insani yönü var. Yerlerinden edilen insanlar sadece evlerinden veya alışık oldukları ortamdan ayrılmıyor fakat aynı zamanda sürgünü, dışlanmayı ve yabancılaşmayı da deneyimliyor. Belki de daha önemlisi, kendilerinden bir parçayı her zaman geride bırakıyor.
Birileri gider, ama geride de daima birileri kalır. Düzensiz yollardan göçün yüksek maliyeti, katı göç politikaları ve ev sahibi ülkelerdeki koşulların belirsizliği, göçmenleri, aile üyelerini arkalarında bırakmaya zorlar. Fakat göç, gideni olduğu gibi kalanı da etkiler. Evini geride bırakmak, zorlukların büyük de olsa henüz ilk adımıdır. Gidenler, kendilerine her açıdan yabancı ve yer yer düşmanca duygular besleyen insanların arasında, yasal sorunların yanı sıra dil, işsizlik, dışlanma ve kültürel yabancılaşma gibi pek çok zorlukla mücadele etmek zorundadır. Ama kalanların durumu da artık eskisi gibi değildir.
Geride kalanlar genellikle kadınlar ve çocuklardır. Çoğu zaman, özellikle de çatışma kaynaklı göçlerde, göçün onların üzerindeki etkileri hakkında, gidenlerinkinden çok daha az şey biliriz. Ülkelerindeki göçe neden olan elverişsiz koşullar nedeniyle geride kalanların da tıpkı çatışmaların her an yeniden tırmanabileceği Suriye'de yıkıntı şehirlerde yaşayan kadın ve çocuklar gibi savunmasız olduklarını düşünmek zor değil.
Göçün insani yönü bize geride kalanları, geride kalanlarsa göçün sadece insan ile mekânın değil fakat aynı zamanda insan ile insanın ayrılığı olduğunu hatırlatır. Göç deneyimleri sinemada da yansımasını bulmuştur. Evden ayrılmak, yeni bir yere yerleşmek, yabancılar arasında yaşamak istisnai film konularından değildir. Ama göçün tek yönlü bir hikâye olmadığına, hikâyenin bir noktada çatallanıp gidenler ve kalanlar için paralel iki akıma dönüştüğüne belki de hiç kimse Theo Angelopoulos kadar değinmemiştir. Onun filmlerinde nabız daima iki tarafta atar. Giden evini yanında taşımakla ağırlaşır, kalan evinin eksilmesiyle.
Mülteciler yüzyılı olarak anılan 20. yüzyıldaki kitlesel göç hareketleri ve göçün nostaljik ve yabancılaştırıcı etkileri sinemada yaygın bir şekilde işlenen temalardandır. Göçe neden olan gerekçe ne olursa olsun yerinden olan insanların yaşadığı sıkıntılar birbirine benzer. Bir yerlere tam anlamıyla yerleşememe hali, sürekli geçicilik hissi, yabancılaşma, belirsizlik ve bir tür arafta devam eden hayat…
Göçmen deneyiminin en büyük hikaâye anlatıcılarından ünlü Yunan yönetmen Theo Angelopoulos (1935-2012) da filmlerinde bu sorunlarla ilgilenir. Eserlerinde sıklıkla ülkeler arası sınırlar ve göç hakkında melankolik hikâyelere yer verir. Özellikle Balkanlar'daki mültecilerin ve vatansızların sorunlarını, sürgünün melankolisini, o güne değin hafızalarında yaşattıkları bir yere geri dönünce orada yabancı ve istenmeyen ilan edilen insanların geri dönüşlerini anlatır. Göçmenlerin deneyimlerini kendine özgü melankolik üslubuyla işlediği filmlerinden belki de en akılda kalanı, 2004 yapımı 'Ağlayan Çayır'dır. Bu uzun film, amacını anlatmak için sıkça başvurduğu sisli bir sembolizmle, incelikli görsel kompozisyonlar ve unutulmaz güzellikteki sahneleriyle, izlemeye başlayınca kısa sürede bir film olmaktan çıkıp görsel bir şiire dönüşür.
'Ağlayan Çayır' üçleme olarak planlanan fakat tamamlanamayan bir projenin ilk filmidir. Yunanistan'da geçen filmde 1919-1949 yılları arasında yaşanan bir göç hikâyesi anlatılır. 1919'da Kızıl Ordu'nun işgali sonrası bir grup Yunan mülteci Odessa'dan kaçmak zorunda kalır ve yanlarına yetim kızı Eleni'yi de alarak anavatanlarına döner.
Eleni Odessa'da doğmuş fakat savaş döneminde anne ve babasını kaybetmiştir. Odessa'dan kaçan mülteci bir aile, Alexis'nin ailesi tarafından evlat edinilir ve onlarla birlikte Yunanistan'a göç eder.
Film, göçün sebebi olmaları bağlamında siyasi kargaşalara, savaşlara, doğal afetlere ve yoksulluğa değinse de kamerasını daha çok göçün insani yönlerine, göçmenlerin aidiyet, ev arayışı, geri dönüş ve içsel yabancılaşmalarına çeviriyor. Ama en çok da göçün nedeni ne olursa olsun sürgün halinin sürekliliğini dert ediniyor gibi görünüyor.
'Ağlayan Çayır'da göçün sebepleri ve bu sebeplere göre yaratılan göç kategorilerinin hiçbir önemi yoktur. Yerinden edilmeye neden olan sebeplerden çok, yerinden olmanın etkisi üzerinde durulur. Aslında filmde kitlesel göçün en yaygın sebeplerinden üçüne de birden - yoksulluk, savaş ve doğal afet - rastlarız.
Odessalı mülteciler savaş, doğal afet ve yoksulluk nedeniyle sürekli yer değiştirir. Odessa'dan Yunanistan'a savaş ve baskılar yüzünden gerçekleştirilen zorunlu göçü, yerleştikleri mülteci köyünün yıkıcı bir sel felaketiyle sular altında kalması sonucu başka bir zorunlu göç izler. Yunanistan'daki kötü ekonomik koşullar ve yoksulluk, son olarak Alexis'yi, hayallerinin peşinden Amerika'ya sürükler. Göç kategorileri hukuki açıdan önemlerini korusa da Angelopoulos, gerçek yaşantılar söz konusu olduğunda bu kategorilerin keyfiyetini ve aralarındaki sınırların nasıl da bulanıklaşabildiğini göstermek ister. Göçmenlerin, bir Avrupa fantezisinin peşine takıldıklarını ve hayatlarını sırf bu fantezi için riske attıklarını iddia eden anlatıyı başarılı bir şekilde yapısöküme uğratır. Angelopoulos'un sanatsal sembolizminin yanı sıra filmlerindeki çarpıcı ve unutulmaz sahneler, göç kategorileriyle ilgili sınırlandırıcı fetişizme bir anlamda meydan okur.
'Ağlayan Çayır'a dönersek, Odessalı mülteciler film boyunca bir yerin yerleşikleri olamazlar. İçlerinden bir grup mültecinin kameraya yaklaştığı ilk sahne, Angelopoulos türü güçlü bir sembolizmin kullanıldığı en etkileyici sahnelerden. Sisli bir kış günü ellerinde valizleri ve sandıkları ile kadın, erkek ve çocuklardan oluşan kalabalık bir grup, deniz kıyısından ön plandaki nehir kıyısına doğru yürür. Spyros grubun sözcüsü gibi, eşi Danae onun yanında yürür. Aralarında da beş yaşındaki oğulları ve üç yaşındaki evlatlık kızları Eleni. Grup nehrin kıyısına yaklaşınca, nasıl devam edeceklerini düşünmek ister gibi düzenlerini bozmadan durur. O sırada, sahnenin dışından yabancı bir ses onlara kim olduklarını sorar. Bu basit soru, Yunanistan'ı anavatan olarak hafızalarında yaşatan Odessalı mültecilerin, bu anavatanlarında aslında birer yabancı olduklarını onlara hatırlatır. Spyros bu sesle konuşur ve Odessa'dan kaçan Yunan mülteciler olduklarını ve Selanik'te bir süre karantina altında tutulduklarını açıklar. Oğlunun yanındaki küçük kızın kendisinin değil, annesinin cesedinin yanında ağlarken buldukları bir yetim olduğunu söyler. Kamera daha sonra nehre döner ve sahnede adamın, karısının ve iki çocuğunun sudaki yansımaları görülür. Mültecilerle yansımalarını birbirinden ayıran kıyı, sanki gerçekle gerçek olmayan arasında bir sınır çizer.
Bu yeni misafirlere yerleşmeleri için nehir kenarında bir arazi verilir ve göçmenler orada kendileri için bir köy inşa ederler. Yıllar geçer ve yine sisli bir kış günü küçük bir kayık nehirden köye doğru yaklaşır. Spyros'nun oğlu Alexis ile Eleni birbirlerine âşıklardır. Alexis'ten hamile kalan Eleni, köyden uzakta yaptığı gizli doğumun ardından köye geri döner. Eleni'nin ikizleri Yorgis ve Yannis bir aileye evlatlık verilir. Spyros karısı Danae'nin ölümünden sonra Eleni'ye takıntılı hale gelir ve onunla evlenmek ister. Bir düğün töreni organize edilir. Fakat Eleni, Alexis ile törenden kaçar ve kemancı Nikos liderliğindeki gezici müzisyenlerin yardımıyla birlikte Selanik'e giderler. Alexis çok yetenekli bir akordiyonisttir ve onun akordiyon çalışı Nikos'u büyüler. Genç çifti koruması altına alan Nikos, Alexis'nin de dahil olduğu bir müzik grubu kurma planları yapar. Ama Spyro genç aşıkların peşini hiç bırakmaz ve o takip ettikçe, Alexis ve Eleni de sürekli yer değiştirmek zorunda kalır. Bu, hikâyede rastlantısal bir yön olabilir. Ama sürekli bir kaygı ve yerinden edilmişlik duygusunu pekiştirerek sanki sürgün anlatısını da destekliyor gibidir.
Film her seferinde yıllar atlar ama mevsim hiç değişmez. Hava hep kapalı, hep sisli. Etrafta su birikintileri ve çamur. Mevsim yine kış. Güneşli ve mavi Ege'den eser yok. Angelopoulos “Gördüğünüz manzara dış değil, iç manzara” diyor Yunanistan'ı alışkın olduğumuzdan farklı bir şekilde yansıtmasını açıklarken. “Sisin çoğu benim eserim, yağmurun çoğu suni yağmur, karın çoğu suni kar. Renkler ve evler yeniden yaratılıyor ve bu yer belirli bir coğrafyaya uymuyor, çünkü iç manzaraları yansıtıyor.”
Ve yine yağmurlu, soğuk ve sisli bir kış günü, yakındaki bir gölün yükselmesiyle Odessalı mültecilerin köyü sular altında kalır. Köy sakinleri bu defa da sel nedeniyle zorunlu olarak evlerini bir kez daha terk eder.
Şafakla birlikte, insanlar yanlarına alabildikleri eşyalarıyla sular altında kalan evlerinin arasından küçük kayıklarla sudan kurtulacakları daha yüksek bir yerlere ulaşmaya çalışır. Karaya çıkan ve etrafa yayılmış eşyalarının başında çaresizce bekleyen Odessalı mülteciler filmde bir daha görünmez. Hâlbuki köylerini kaybeden ve dağınık eşyalarının arasında bir yolculuğa hazırlanıyormuş gibi görünen bu insanların mücadelesi burada bitmez, yerleşecek yeni bir yer bulmaları gerekir. Ama filmin onları nehir kıyısında eşyalarıyla baş başa bırakması, bir anlamda hiçbir yerde yerleşik olamayacaklarını anlatır. Sanki Odessalılar'ın hayatı, hep bir yerlerden başka bir yerlere göçerek devam edecektir.
Filmde yine birden yıllar geçer ve kasvetli, ıslak ve soğuk bir günün sabahında küçük bir kalabalık, içlerinde Alexis'in de dahil olduğu müzik grubunu hayallerle Amerika'ya yolcu etmek için rıhtımda toplanır. Alexis, uzun zamandır hayalini kurduğu yolculuğu sonunda gerçekleştirecek ve Amerika'ya yerleşir yerleşmez çocuklarıyla birlikte karısı Eleni'yi de yanlarına getirmenin yollarını arayacaktır.
Onu Amerika'ya götürecek büyük ve karanlık bir gemi, hayallerinin önünde, kendilerinden çok daha büyük engellerin varlığını hissettirircesine, rıhtımdan biraz uzakta bekler. Eleni ve çocuklar da onu uğurlamak için yanındadır. En etkileyici ve unutulmaz veda sahnelerinden biri de işte bu an yaşanır.
“Eleni, onun için ördüğü ama bitiremediği kırmızı bir kazağı yine de Alexis'e uzatır. Alexis kazağı almaz, fakat örgünün ipini parmaklarına dolar. İpin ucu kendinde, küçük bir kayık onu rıhtımdan alıp, uzakta bekleyen gemiye doğru götürürken Eleni'nin elindeki bitmemiş kazak yavaş yavaş sökülmeye başlar. Eleni'nin elleri ve sökülen örgü yakın çekimde uzun uzun gösterilir. Çekim o kadar yakındır ki el emeği, zaman ve tekniğin ilmek ilmek ördüğü kazak sanki hiç gereği yokken, boşu boşuna sade bir ipe dönüşür. Gidenlerle kalanların arasında sökülen hayat bütün sahneyi doldurur. Ve Alexis gemiye ulaşmadan, kazaktan geriye bir şey kalmaz. Geriye kalan sadece iptir ve ucunun denize düşmesi sanki bir şeylerin kalıcı olarak bittiğinin işaretidir.
Zorunlu göç tek yönlü bir hikâye değildir. Birileri giderken, geride de daima birileri kalır. Ayrılık, iki tarafın da yaşamında köklü değişikliklere neden olur. Göç bir anlamda uygarlık karşıtıdır ve birlikte yaratılmış ne varsa, içindeki emeği, zamanı ve tekniği tersine çevirerek ilkel bir doğa parçasına, bir ipe dönüştürür. Üstelik, geçiciliği garanti değildir.
Bu anlamda ayrılık hem gelecek için bir umut hem de kavuşamama ihtimalidir. Tıpkı mültecilerin Ege Denizi'nin mavisinde yaşamı ve ölümü aynı anda görmeleri gibi 'Ağlayan Çayır'da da su hem kurtuluşun hem de yıkımın sembolüdür. Suya düşen ip ise, tıpkı karlar eriyince İran sınırında ortaya çıkan göçmen cesetleri gibi hikâyenin nasıl biteceğinin... Alexis ve Eleni birbirlerini bir daha göremeyeceklerdir.