Bir film, bir sendrom ve Londra'da şehrin bir sokağını aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya akşama kadar arşınlayan yaşlı bir adam…
Göç, ister savaş veya siyasal baskılardan kaçınmak gibi görünürde daha zorunlu gerekçelerle, isterse de sırf daha iyi bir hayat arayışıyla gerçekleşmiş olsun, insana sadece yeni fırsatlar sunmakla kalmaz, bir dizi sosyal ve psikolojik problemi de beraberinde getirir. Günümüzde artan göç hareketliliğine ve göçmenlerle yapılan çalışmalara paralel, bu sorunlara ilişkin veri ve literatür birikimi de genişlemektedir. Göçmen için göç sürecinin kendisi çoğu zaman başlı başına bir gerilim ve stres kaynağıdır. Yapılan çalışmalar göçün, insanın uyum kapasitesini aşabilen ve ruhsal veya fiziksel sorunları, semptomları veya hastalıkları tetikleyebilen bir süreç olduğunu iddia etmektedir. Başlı başına zihinsel bir bozukluk nedeni olmasa da göç birtakım ciddi ruhsal sağlık sorunlarından bizzat sorumludur. Bu ruhsal sağlık sorunları günümüzde mitolojik bir adlandırmayla 'Ulysses Sendromu' olarak bilinir ve adına Londra'da bir enstitü bile kurulmuştur.
Colm Toibi'nin aynı isimli romanından ve Nick Hornby tarafından sinemaya uyarlanan 'Brooklyn', İrlanda'nın küçük bir kasabasında yaşayan genç bir kadının New York'a göçünü konu alıyor. II. Dünya Savaşı sonrasının İrlanda ve Amerika'sında geçen filmde Eilis; siyasi şiddet veya çaresiz yoksulluk sebebiyle değil, ülkesindeki sınırlı fırsatlar ve daha iyi bir yaşam arayışı nedeniyle ablası ve annesini geride bırakarak evini terk ediyor. Ayrılış nedeni gönüllüdür. Fakat bu gönüllülük onu ne ayrılık acısından ne de 'Ulysses Sendromu'ndan muaf tutar.
Brooklyn'de adım attığı her yerde Eilis İrlandalı biriyle karşılaşır. Ama bu onun yalnızlık duygusunu ve bu yeni topraklara yabancılığını gidermez. Sanki bütün İrlandalılarla birlikte kolektif bir sürgünde gibidirler. Ve o, halen yalnızdır. İşten sonra erkenden odasına çekilir ve günlerini, bu dünyadaki en yakın arkadaşı olduğunu anladığımız İrlanda'daki ablasından gelen mektupları tekrar tekrar okuyarak ve sessizce ağlayarak geçirir.
Lüks bir mağazada tezgahtar olarak çalışan Eilis, kederden gülümseyemiyordur. Gülümseyemediği için de iyi satış yapamıyordur. Mağaza şefi, ona bu işi ayarlayan İrlanda Katolik Kilisesi'nden Rahip Flood'ı bu durumu görüşmek üzere mağazaya çağırır. Rahip, genç kızı karşısına alır ve ızdırabını hafifletmek için bir konuşma yapar. Eilis'in kalbi hâlâ İrlanda'dadır ve bırakıp dönmeye çok yakındır.
"İçimdeki, İrlanda ve İrlandalı bir kız olarak yaşama isteğini bırakabilseydim keşke" diye rahibe yakınır. New York'taki sayısız İrlandalı göçmenle görüşen rahip Flood başlangıçta hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bu ayrılık acısına alışıktır.
Eilise bu durumu; tıpkı seyri iyi bilinen bir hastalığı anlatır gibi "Önce ateşin çıkacak, terleyeceksin sonra da…" diyerek açıklar ve 'ayrılık hastalığının da yavaş yavaş geçeceğini anlatır. "Ev özlemi çoğu hastalık gibidir" der. "Başlangıçta seni perişan edecek. Ama sonra senden çıkıp, başka birine geçecek."
Film boyunca Eilis eski evi ile Brooklyn arasında bocalar, kültürel değişime uyum sağlama mücadelesi verir ve İrlanda'daki ailesini özler. Ama yanı sıra Brooklyn'de yeni insanlarla tanışır, âşık olur ve çok istediği muhasebe diplomasına hak kazanır. Adaptasyon başlamış, ayrılık acısı yavaş yavaş azalır. Artık Eilis'in iki evi vardır. Eski evi ile Brooklyn arasında değil Eilis eski evi ile yeni evi arasında kalmıştır.
Sonra ani bir ölüm olur. İrlanda'da bir annesi, bir de ablası vardır. Annesi yaşlı, ablası gençtir. Ama yaşlısı değil, genci ölür. Eilis'in ablası, bilinmeyen bir hastalık nedeniyle aniden ölmüştür. Eilis cenazeye yetişemez. Ama yine de İrlanda'ya gider. Eski kasabasının sokaklarında gezinirken, yine iki ev arasında kaldığını hisseder. Ama ablasının ölümü, bir bakıma, artık istese de bir 'dönüşün' mümkün olmadığını ona idrak ettirir. Eilis İrlanda'dan gemiye biner. Ve dönüş yolunda, tıpkı Rahip Flood'un öngördüğü gibi 'hastalığını' başka bir İrlandalı kıza 'bulaştırır'. Eilis eski evi ile yeni evi arasında sıkışmaktan kurtulmuştur. Çünkü artık iki evi yoktur. Artık Brooklyn'de yeni bir evi ve Ulysses Sendromu vardır.
Sendromun adı ve tanımı, Barselona Üniversitesi Psikoterapi Profesörü Joséba Achotegui'ye aittir. Araştırmalarını, Kuzey Afrika üzerinden göç hareketlerinde tercih edilen bir hedef ülke olan İspanya'da sürdüren Dr. Achotegui, göçmenlerle yirmi yılı aşkın bir süre çalıştıktan sonra sonunda göç edenlerde görülen benzer ruhsal sağlık sorunlarını 2002 yılında Ulysses Sendromu olarak tanımlamıştır.
Sendrom, yeni bir yere göç etmek için evini terk eden kişilerde kendini gösteriyor. Varış ülkesinde aşırı düzeyde stresle karşı karşıya kalan göçmenler, kronik ve çoklu semptomlar gösterebiliyor.
Stres faktörleri çeşitli; zorunlu ayrılık, tehlikeli göç yolları, sosyal ve kültürel izolasyon, beklentilerin karşılanamaması, hayatta kalabilmek için sürekli bir mücadele hali, ev sahibi ülkelerdeki ayrımcılık ve tutuklanma ve sınır dışı edilme korkusu… Göç edenlerin geride bırakmak zorunda kaldığı tüm şeyler için tuttuğu yas ise, göçmen keder ve stresinin en yaygın nedeni.
Travmatik etkenlerin genellikle göç deneyimiyle ilişkili olmasına karşın literatürde bu etkenler dönemine göre - göç öncesi, göç süreci ve göç sonrası - sınıflandırılabiliyor. Migren, uykusuzluk, aşırı endişe, psikolojik ve fiziksel gerilim, oryantasyon bozukluğu, korku ve birtakım vücut ağrıları gibi semptomları şiddetlendirdiği bulgulanıyor. Profesör Achotegui, Ulysses Sendromu teşhisi konan kişilerin dörtte üçünde baş ağrısı ve motivasyon eksikliği ile ilişkili birtakım belirtilerin görüldüğünü söylüyor.
Ulysses Sendromu, Dünya Sağlık Örgütü'nün tanımladığı ve Post-Travmatik Stres Bozukluğu'nun da dahil olduğu "Zihinsel ve Davranışsal Bozukluklar" kapsamında kabul edilen bir ruh sağlığı bozukluğu değil. Fakat sendromun tanımladığı göçmenler, insanların kendilerini tanıdık olmayan bir yerde bulduklarında yaşadıkları tipik kederden de çok daha fazlasını yaşamalarıyla karakterize ediliyor. Dr. Achotegui, göçmenlerin bu olumsuz ruhsal yaşantılarının, modern göç sürecine özgü aşırı stresten kaynaklanan semptomlar olduğunu söylüyor. Dolayısıyla, Ulysses Sendromu ruhsal bozukluklar değil fakat ruhsal sağlık kapsamına giriyor.
Sendrom, adını mitolojik dönemlerdeki bir kraldan alır. Homeros'un antik Yunan kahramanı Kral Ulysses (Odysseus), istemeye istemeye katıldığı ve on yıl süren bir savaşla Truva'nın düşüşünden sonra bir an önce anavatanı olan İthaka'ya dönmek ister. Fakat tanrıların entrikaları nedeniyle, bu kolay olmaz. Ve doğduğu eve dönmek, İthakalı kralın yıpratıcı deniz yolculuklarıyla geçen bir on yılını daha alır. Dönüş yolculuğu hiç kolay olmaz; tanrıların gazabı üzerindedir ve Ulysses mitolojik yaratıklar olan tepegözler, sirenler ve devlerle sürekli mücadele eder. Olağanüstü olaylarla geçen ilk üç yılın sonunda kendisine âşık olan güzel bir tanrıça tarafından tutsak edilir. Tanrıça Kalypso, adasından gitmesine izin vermeyerek Ulysses'i yedi yıl boyunca yanında tutsak eder.
Güzel Kalypso, Ulysses'le evlenmek ve onu ölümsüz yapmak ister. Ama Ulysses'in yüreği, yurdunun ve sevgili karısı Penelope'nin özlemiyle doludur. Her gün deniz kenarındaki kayaların üzerine oturur, gözlerini ufka diker ve gözyaşları içinde, önünde uzanan uçsuz bucaksız denize bakarak evine döneceği günü hayal eder.
Dr. Achotegui sıla hasretiyle yaşayan, eve dönüş yolculuğu boyunca türlü zorluklara katlanan ve zarar gören kimliği, onu fiziksel çilesinden daha çok inciten Ulysses'in hikâyesiyle çağdaş göçmen hikâyeleri arasında paralellikler kuruyor. "Sendrom için bu adı seçtik" diyor, "Çünkü yirmi birinci yüzyılda gerçekleşen göçler yalnızlık, korku ve umutsuzluk dolu. Bu da bize Homeros'un, Ulysses'in Polyphemos'a söylediği ''Benim adım hiç kimse' dizelerini hatırlatıyor. Yeni milenyumun göçmenleri de kimliksiz ve sosyal bütünleşmeden yoksunlar. Ve tıpkı Ulysses gibi, hayatta kalabilmeleri için görünmez olmaları gerekiyor."
Dr. Achotegui'ye göre, göçmenlerin büyük çoğunluğu için yaşam koşullarının çarpıcı biçimde kötüleştiği günümüzde Ulysses Sendromu'nun görülme sıklığı da artıyor. Örneğin, sadece İspanya'da yaklaşık 800.000 kişinin bu sendromdan muzdarip olduğu tahmin ediliyor.
Sıla hasretinin bir ruhsal sağlık sorunu olarak teşhisi esasında yeni bir şey değil. Günümüzde, geçmişe yönelik hüzünlü bir özlemi tanımlayan 'nostalji' kavramı, 17. yüzyıldaki ilk kullanımlarında, ölümcül olduğu düşünülen bir ruhsal bunalım haline karşılık geliyordu. Kavramı bu anlamda ilk kullanan İsviçreli tıp öğrencisi Johannes Hofer'di.
Hofer 1688 yılında tamamladığı tezinde nostaljiyi, eve dönme arzusuyla yıpranan yurtdışındaki İsviçreli paralı askerlerin çektiği acıları teşhis etmek için kullanmıştı. Sırasıyla, eve dönüş ve acı anlamlarına gelen Yunanca 'nostos' ve 'algos' sözcüklerinden türetilen nostalji esasen evinden/yurdundan uzakta olmanın yarattığı acıyı ifade ediyordu. Gerçi, o zamanlar nostalji diye teşhis edilen durumlar gene de bugünkü anlamıyla sıla hasretine (homesick) birebir karşılık gelmiyordu. Zira, nostaljiye tutulanların deliliğe ve hatta ölüme yol açabilecek kadar şiddetli bir 'ev' hasretinden muzdarip oldukları düşünülüyordu. Nostalji, evden uzakta kendilerini köklerinden kopmuş, yalıtılmış, hüsrana uğramış ve yabancılaşmış hisseden bireylerde görülen psikopatolojik bir durum olarak görülüyordu.
Hem erkeklerde hem de kadınlarda görülebilen 'ev acısı' tek seferlik değildi. Ve bir süreklilik gösteriyordu. Öğrenciler ve evden uzakta yeni bir hayata uyum sağlama güçlüğü içindeki göçmenler potansiyel mağdurlardı. Ama bir ruhsal bozukluk olarak nostalji başlangıçta daha çok Ulysses gibi savaşmak için uzak diyarlara gönderilen paralı askerlerle ilişkilendiriliyordu.
Nostaljiye yakalanan askerlerde semptomlar melankoli, iştahsızlık, ateş, ağlama nöbetleri ve uykusuzluk gibi hafif veya intihar eğilimi, kalp durması ve beyin iltihabı gibi daha şiddetli düzeylerde seyredebiliyordu. Elbette, intihar dışında hastaları öldüren nostaljinin doğrudan kendisi değildi. Fakat sıla hasreti içindeki askerler yaşama o kadar kayıtsız hale geliyordu ki örneğin yemek yemeyi bile bırakıyor ve uyku uyuyamıyorlardı. Bu ise onların, dönemin hijyen ve tıbbi destek koşulları da düşünüldüğünde, ölümcül hastalıklar karşısında çok daha savunmasız hale gelmelerine neden oluyor ve askerler, nostalji içinde ölüyordu.
Dr. Hofer'in bir gözlemi, bu açıdan oldukça ilginçtir. Nostaljinin bedensel sağlık üzerindeki etkisini açıklamak için Dr. Hofer, memleketi Basel'den Bern'e okumak için göç eden genç bir adamdan bahseder. Genç adam sürekli hastadır. Ve ateşler içindeki hasta, gün geçtikçe zayıflar. İyileşmeyen hastaya sonunda nostalji teşhisi konur. Ve evine geri gönderilmesi için plan yapılır. Dr. Hofer "Hasta bu planı duyduktan sonra…" diye hikâyesine devam eder. Ve neredeyse yarı ölü olan hastanın daha rahat nefes almak ve sorulara daha rahat yanıt vermek gibi birtakım iyileşme belirtileri göstermeye başladığını söyler. "Üstelik, Basel'daki evinden sadece birkaç mil uzaktaydı" der. Ve "Tüm semptomlar büyük ölçüde hafiflediğinde ... Bern'e gitmeden önce tüm aklı başında benliğine geri döndü" diye ekler.
18. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, nostalji, nedeni yeterince anlaşılamasa da bir hastalık olarak tıp literatürüne iyice yerleşmişti ve 20. yüzyıla kadar da doktorlar tarafından önemli bir tıbbi durum olarak görülüyordu. Fransız Devrimi ve Napolyon savaşları sırasında Fransız ordusunu perişan etmiş ve Amerikan İç Savaşı'na katılan askerlerde de yaygın bir şekilde görülmüştü.
Nostalji 20. yüzyılın başlarında ayrı bir hastalık olma statüsünü kaybetti ve tıbbi kullanımdan çıktı. Semptomlarının, Şizofreni ve Post-Travmatik Stres Bozukluğu gibi daha iyi çalışılmış hastalıklarla uyumlu olduğu belirlendi. 20. yüzyılın ikinci yarısında nostalji ve ev özlemi (homesick) kavramları da birbirinden ayrıldı. Ve nostalji, zamanla bugünkü anlamına yaklaştı: kayıp bir yerden ziyade kayıp bir zamana duyulan özlemle ilişkili bir fenomen. Ev özlemi esas olarak mekansal bir çağrışıma sahipken, nostalji zamanın geçiciliği ve daha da önemlisi, geçmiş deneyimin yeniden yaşanamazlığıyla ilişkilendi.
"Eve dönüş" her zaman mümkün mü?
Tanrıların merhameti sonunda işe yarar. Ve ülkesine dönmek isteyen Ulysses'in Kalypso'nun adasındaki esareti, Athena'nın araya girip onu evine yollaması için Zeus'a yalvarmasıyla sona erer. Zeus'un emri iletilince Kalypso Ulysses'i mecburen serbest bırakır.
Phaiakeli denizciler Ulysses'i çarşafa sarar ve uyandırmadan İthaka kıyısında bir zeytin ağacının dibine bırakır. Ulysses'in yıllar süren yolculuğu böylece biter. Sonunda ülkesine dönmüştür. Ama uyanıp da bir zeytin ağacının altında gözlerini açtığında yıllardır görmediği yurdunu ilk başta tanıyamaz. İthaka değişmiş olduğundan değil… Ulysses nerede olduğunu anlamasın diye Athena etrafını bir sis kümesi ile kaplamıştır. Athena sisleri kaldırınca Ulysses nerede olduğunu anlar ve eve dönüşün sarhoşluğu içinde kendinden geçer. Çocukluğundan beri bildiği koyu ve koya dimdik inen iki tepeyi görür. Her şey yerli yerindedir. Yirmi yılda hiçbir şeyin değişmediğinden emin olmak istercesine Ulysses yaşlı zeytin ağacına dokunur. Gerçekten de hiçbir şey değişmemiştir.
Ulysses'in evden uzakta çektiği çileyi sonlandırmak için onu İthaka'ya geri döndüren mitolojik tanrılar gibi eski zaman doktorları da nostalji hastalığına tutulanları evlerine geri göndererek tedavi etmişti. Zaten, 'ev özlemi' hastalığının 'eve dönüşten' başka ne tedavisi olabilirdi?
Oysa modern göçmen için 'eve dönüş', hiç değilse paradigmatik bir sebeple daha az mümkündür. Çünkü artık ne mitolojik zamanlar ne de modern bilim öncesi dönemde olduğu gibi, kendini tekrar eden durağan bir dünya algımız vardır. Modern bilimle birlikte zamanın döngüselliği kırılmıştır. Ve biz saate baksak da bakmasak da zaman tek yönde ilerliyor ve dünya değişiyordur. Ne eski bir zamana ne de dünyanın eski bir görüntüsüne geri dönüş yoktur. Hiçbir şey eskisi gibi değildir. Ve geçmiş, yeniden yaşanamazdır.
Hâlbuki mitolojik zamanlarda geri dönüşün önündeki temel engel, tıpkı kaprisli tanrılar tarafından cezalandırılan Ulysses'in evinden uzak tutulması gibi özünde dışsal bir zorunluluktur. Ama dışsal zorunluluk bir kez ortadan kalkınca her şey eskisi gibi ve yerli yerindedir.
Modern göçmenin geri dönüş hikâyesinde dışsal zorunluluk ancak sınırlı bir açıklayıcılığa sahiptir. Eilis'in Brooklyn'den anavatanı olan İrlanda'ya geri dönemeyişi dışsal bir zorunluluk değildir mesela. Ne de Londra'nın Walthamstow semtinde bir başına yaşayıp, semtin en hareketli sokağında gün boyunca bir aşağı bir yukarı turlar atan ve rastladığı Türkleri sevinçle selamlayıp, ayaküstü sohbetlerin arasına "Ülkemiz gibisi var mı?" iç dökmelerini sıkıştıran Hasan Amca'nın Türkiye'ye dönemeyişi dışsal bir zorunluluktur artık. İngiltere'ye seksenlerin sonunda kaçak giriş yapan Hasan Amca ilk on beş yıl Türkiye'ye hiç gidememiş. "Ama sonra [İngiliz] pasaportumu cebime koydum…" diye anlatıyor. Dışsal zorunluluğun ortadan kalkmasıyla Hasan Amca memleketine gidiyor. Ama o da son gidiş oluyor. Hasan Amca İngiltere'ye döndükten sonra Türkiye'ye bir daha hiç gitmiyor. Kısa ziyaretler için bile gitmiyor. "Ülkemiz gibisi var mı?" diyor. Sokakta aralarında Türkçe konuşan birilerine rastlayınca hemen lafa karışıp, bir memleket hasretiyle selamlaşıyor. "Ülkemiz gibisi yok. Değil mi?" diyor. Yirmi yıldır gitmemiş. Gitmesinin önünde hiçbir engel yok. Sorgulamış gibi olmaktan çekinerek neden gitmediğini soruyorsunuz. "Bilmem işte…" diyor. "Öyle…" Ama anlıyorsunuz, sılanın uzaklardaki bir yer adı değil fakat artık geçmiş bir zaman olduğunu o da biliyor. Ve kayıp zamanın peşinde, sokağı arşınlamaya devam ediyor.
Yine Ulysses'inki iyi… Eilis ve Hasan Amca, imkânsız hasretleriyle yaşamak zorunda. Yine Eilis ve Hasan Amca'nınki iyi, onlara göre daha şanssız durumdaki milyonlarca göçmen öncelikle dışsal zorunluluklarından kurtulmak zorunda.
Göçmenleri 'evlerine göndermeyi' düşünmek yetmez, fazlasını hayal etmek lazımdır.
Zeynep Yıldırım kimdir? Siyaset Bilimi Doktoru Zeynep Yıldırım, siyaset bilimi alanındaki doktorasını Türkiye'de yaşayan Suriyeli mültecilerin menşe ülkelerine geri dönüşü üzerine yaptığı tez çalışmasıyla 2019 yılında İstanbul Üniversitesi'nden aldı. 2018 yılından beri Londra'da yaşayan ve bağımsız araştırmacı olarak çalışan Dr. Yıldırım, Londra Göç Müzesi'nde gönüllü danışmanlık yapıyor. Duvar ve Birikim gazetelerinde yazıları bulunuyor. 2021 yılında başladığı T24'teki yazılarına devam ediyor ve yazılarında çoğunlukla göç etmenin ve göçmen olmanın insanlar üzerindeki etkisini sanat, edebiyat ve siyasetin iç içe geçtiği bir yaklaşımla değerlendiriyor. Çalışma alanları arasında gönüllü ve zorunlu göçler, göçmen ve mülteci deneyimleri, mülteci politikaları, siyaset teorisi, kimlik ve kültürel çeşitlilik, popüler kültür ve siyaset ilişkisi ile politik sanat bulunuyor. |