İzlediğiniz bir dizi ya da okuduğunuz bir kitap bittiğinde, hayatınıza giren ve bir süre hayatınızın parçası olan o karakterler de size sormadan çekip gidiverirler aniden.
Arkada öylece kalakalırsınız…
İşte ben de öyle bir anda yazıyorum bu yazıyı… Her bitişte kendimi biraz boşlukta, duygularımla baş başa kalmış gibi hissederim. Beni biraz hüzünlendirir bu bitişler.
Çocukken, hatırlıyorum, çok sevdiklerimden ayrılmayı da sevmezdim; gitmesinler isterdim. Arkalarından ağladığımı bile hatırlarım…
Galiba sevdiğim şeylere doyamama, onlardan kopamama hâli bu.
Geçen hafta BBC'nin başarılı dizilerinden "The Split"i izlemeye başladım. Yeni bölümünü nisan başında BBC iPlayer'a koydular. Ben de "Aa yeni bir şey…" diye keşfetmeye hazırlanırken gördüm ki, dizi eski fakat üçüncü sezonu yeni yayına girmiş.
İlgimi çekti, bütün bölümlerini peş peşe izledim. Her bir sezonu 6 bölüm ve her biri yaklaşık bir saat sürüyor. Hesaplayın… toplam 18 saat.
Bir çırpıda hepsini izlemekten alıkoyamadım kendimi.
Hem bitmesini istemiyordum hem de sonunu çok merak ettiğim için izlemekten vazgeçemiyordum.
Diziyi bitirdikten sonra içimi garip bir hüzün kapladı. "Nasıl yani? Daha ben hazır değildim terk edilmeye! Niye gittiniz şimdi beni böyle bir ruh hâli içinde bırakarak…" demek istedim.
Ve bir daha o karakterlerle buluşamayacak olmak beni üzdü.
Biraz yürümek ve düşünmek istediğim için kendimi hemen sokağa attım. Yürürken de bu dizinin neden beni bu kadar etkilediğini anlamaya çalıştım.
Bu dizi, BBC One kanalı için Abi Morgan tarafından yazılıp uyarlanmış bir İngiliz yapımı. Şimdiye kadar izlediğim BBC dizileri beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı zaten.
Normal People'ı hâlâ unutamıyorum mesela…
Senaryosu ve oyuncu kadrosuyla standardın çok üstünde.
Başroldeki Hannah karakterini oynayan Nicola Walker, tiyatro oyunculuğunun yanı sıra pek çok dizi tecrübesi olan bir sanatçı.
Dizi, Defoe Hukuk Bürosu ve onun etrafındaki davalarla başlıyor.
Ruth Defoe (Deborah Findlay) şirketin kurucusu, iki kızıyla birlikte çalışıyor. Burası bir aile şirketi.
Hannah ve annesi Ruth ailenin iki güçlü kadın karakterleri.
Dizideki kadın karakterler çok güçlü. Hiç kimse ezik kadın rolünde değil. Bu da diziyi sevmemin başka bir nedeni sanırım.
Ana rol Nicola Walker'ın. Dizide çok başarılı bir avukat olan Hannah'yı oynuyor.
Çalışkan, ailesine bağlı, etrafını derleyip toparlayan, az ama öz konuşan bir kadın. Hayatı seven, renkli, komik, sakin, gerektiğinde risk alabilen, çok çekici biri. Aynı zamanda şahane bir anne. Üç çocuğu var. Eşi Nathan'la da gayet mutlu görünen bir ilişkisi var.
Defoe ailesinin diğer kadınları da hayatta karşımıza çıkabilecek gayet normal kadınlar.
Tüm karakterler hayatın içinden; hepsi yakın arkadaşımız, eşimiz, dostumuz olabilecek türden karakterler. Hiç kimse idealleştirilmemiş. Tüm karakterlerin güçlü ve zayıf yanları var. Bu da diziyi başka bir tatla izlemenizi sağlıyor.
Eşi tarafından terk edilen Ruth (anne) üç kızını yalnız büyütüyor. İş hayatında büyük bir stratejist ama görüyoruz ki en büyük stratejistler de kendi hayatlarında hata yapabiliyorlar.
Ortanca kızı Nina Defoe (Annabel Scholey) da avukat ve annesiyle birlikte çalışıyor.
Ama bir türlü ne işte ne de özel yaşamında istediği şeyleri başarabiliyor... Küçük kız Rose Defoe (Fiona Button) çok sempatik, sevgi yumağı bir tip. Ama o kendi halinde; iş kadınlığıyla ilgisi yok, çocuklara düşkün.
Bu karakterler dışında iki önemli erkek karakter var. Birisi Hannah'ın kocası Nathan Stern (Stephen Mangan) ve iş arkadaşı (aynı zamanda eski sevgilisi, gerçek aşkı) Christie (Barry Atama) Hannah'nın başarılı iş ve aile yaşamı, eski sevgilisi Christie'nin Londra'ya dönmesi ile alt üst oluyor.
Niyetim size bütün diziyi anlatmak değil elbet ama buradaki karakterlerin gerçek hayatımızda hepimizin yaşadığı şeyleri yaşaması.
Aldatma, aldatılma, yorgun evlilik ilişkileri, hayat sorumlulukları, çocuklar, yıllar içinde farklılaşan hayatlar… hepsi ama hepsi var dizide.
Bir şeyi aklınla değil kalbinle yönetmeye başladığında ne basit hatalar yapabildiğinizi görüyorsunuz. Duyguların, kontrolü ele geçirmesi iyi mi kötü mü bilemem ama korkutucu.
Dizide bu bölümleri izlemek bedava terapi gibi bir şey.
Defoe kadınları, yaşadıkları acılardan ders alarak çıkıyorlar. Her daim birbirlerini yargısız dinleyip kucaklıyorlar. Üzülüyorlar, acı çekiyorlar, kaybediyorlar ama sonunda da eskisinden daha çok güçlenmiş şekilde devam ediyorlar yola.
Aralarında geçen diyaloglar olağanüstü. Bazen ekranı durdurup notlar aldığım bile oldu.
Hatalardan öğrenmek önemli ama kendimizi yargılamadan, şefkatli davranmayı başarabilmek daha önemli sanırım. Niye hata yaptığımızın temelindeki ihtiyacı anlamamız lazım önce. Yoksa aynı hataları ve mutsuzlukları yaşamamak mümkün değil sanırım.
Ana karakterlerin yanı sıra her bölümde diziye yeni karakterler giriyor. Konular temelde biten evlilik öyküleri ve o süreçte yaşanan gergin ilişkiler. Ya da evlilik öncesi imzalanan evlilik sözleşmesinin çiftler arasında yarattığı gerginlik. İnsanların evlilik hayatına başlarken birlikte yaşadıklarıyla sonlandırırken yaşadıkları acımasız mücadeleler.
Benim gibi insan karakterlerini tahlil etmeye meraklıysanız ve hayatınızda da yeni bir sayfa açmaya ya da mevcut ilişkinizi iyileştirmeye çalışıyorsanız mutlaka "The Split"i izlemenizi öneririm. Pişman olmayacaksınız...
Zira kendinize yakıştıramayacağınız şeyleri bir TV dizisi aracılığıyla bile olsa görmek size iyi gelebilir.
Sanıyorum Hannah karakterini dizi boyunca da mentorum olarak gördüm. Dolayısıyla dizi bitince ondan ayrılmayı kabullenemedim.
Sağlıkla kalın…