Ece Temelkuran: Türkiye’de en çok neşe katledildi!

Ece Temelkuran: Türkiye’de en çok neşe katledildi!

T24 Video Servisi

Yazar Ece Temelkuran,Bizim neşeye ihtiyacımız var ama bu onurun neşesi olmalı, onurlu olmanın neşesi olmalı. Çünkü sen İsrail’de, o partideki bir insan olabilirsin ama akşam eve gittiğinde Hindistan’da ölen adamı gördüğünde neşeli olamazsın, çünkü onun insanlık onuru zedelenmişse ve onur tek ve bir ise bütün insanlık için, senin onurun da zedelenmiştir. Onur kavramının, bütün farklılıkları kesen ve hepimizin ortaklaştığı bir kavram olduğunu düşünüyorum. Ve bu zedelendiği için bütün dünya hastalandı gibi geliyor bana” dedi.

Gazetecilik yıllarının ardından bütün zamanını edebiyata ayıran, kitapları önemli bir okur ilgisiyle karşılanan ve Türkçe son kitabı “Bu da Geçer’ adıyla ocak ayında yayımlanan Ece Temelkuran, T24 ekranlarında Murat Sabuncu’nun hazırladığı, “Türkiye’de hayat nasıl bayram olur?” söyleşi serisinin konuğu oldu. Sabuncu’nun sorularını yanıtlan Temelkuran, video söyleşide, toplumsal kutuplaşmadan neoliberal politikaların yarattığı yıkıma, gündelik faşizmden ‘duygu terörizmi’ne pek çok konuda görüşlerini paylaştı. Temelkuran’ın açıklamalarının bir bölümü özetle şöyle: 

“Türkiye'de en çok neşe katledildi”

Türkiye’de insanların en çok neşesizlikten yakındığını vurgulayan Ece Temelkuran, “Neşe devrimci bir şeydir ve bize çok kaybettirildi bu durum. Arada bir neşelenmeye çalıştığımızda da çok kötü bastırdılar. En çok neşenin katledildiğini düşünüyorum Türkiye’de. Hiçbir zaman çok mutlu bir ülke değildi, insanları çok hayatından mutlu değildi ama artık şaka yapılamayacak, hiçbir şekilde küçücük neşelere bile sığınılamayacak bir cendere içine sokuldu” dedi.

“Yönetime destek verenler ‘gerçek halk’, biz ise ‘baskıcı elit’ rolüne itiliyoruz”

Toplumsal kutuplaşmanın geldiği noktayı değerlendiren Temelkuran, şunları söyledi:

“Toplumlar birbirlerini seven insanlardan oluşmaz. Sadece birbirlerine zarar vermemeye karar vermiş insanlardan oluşur. Biz illa birbirimizin her şeyine bayılmak zorunda değiliz, birbirimizin her şeyine ortaklaşmak zorunda değiliz. Ama sanıyorum sadece siyasette değil o kutuplaşma. Toplumu oluşturan ana dokuya zarar veren fabrikasyon bir düşmanlaştırma da oldu. Buraya nasıl geldik? Bana sorarsan, 2002’den itibaren başka bir süreç başladı ve Türkiye’yi yeniden biçimlendirmek istiyorlar ve olmayan, hayali bir temel üzerine kuruluyor bu. Bir muhteşem geçmiş varmış ve biz oraya geri dönmeliymişiz gibi garip bir politika oluşturuldu ve bu politikanın kültürü oluşturuldu ve insanlar olmayan hayali birtakım ihtirasların peşinde koşarak bir başkasını kendine düşman bellediler. İşte bizi ‘elit’ yaptılar, ‘baskıcı elit’ yaptılar, kendileri gerçek halk oldu. Dünyada da çeşitli şekillerde Amerika’da, İngiltere’de, Fransa’da, Hindistan’da her yerde aynı şey yaşandı. Birtakım siyasi hareketler çıktı ve kendilerine ‘gerçek halk’ dediler ve diğerlerine gerçek halk değilmiş gibi davranmaya başladılar. Biz uzun süre kedimizin de gerçek halk olduğunu ispatlamaya çalıştık. Pek başarılı olamadık galiba. Hâlâ ‘gerçek halk’ yönetimdekilere destek verenler, biz ise hâlâ ‘baskıcı elit’ rolüne itiliyoruz. Böyle olunca tabii ne bayramımız birleştirilebilir ne de üzüntümüz birleştirilebilir.”

“İnsanların, insana olan inancı kayboldu"

‘Bu durumun sadece siyasetle açıklanamayacağını, ahlâki bir bozulma da oluştuğunu’ vurgulayan Temelkuran, “İnsanların ölmesine sevinebiliyor birtakım insanlar eğer ölen insan karşı mahalledense. Bu sadece siyasetle açıklanamaz, bu ahlaki bir bozulma. Ve Türkiye’de çok ciddi bir şekilde yaşıyoruz bunu. Başka ülkelerde de var ama biz Türkiye’de öncülük ettik sanırım. Çok ağır bir süreçten geçiyoruz. İnsanların, insana olan inancının kaybolduğunu bile düşünüyorum. Bakıp bakıp yaşananlara, yani işte madencileri yerde tekmeleyenlere, çocuklara çikolata vermeyenlere, çocuklara tecavüz edilince tecavüz eden kuruma ödül verenlere… Daha binlerce örnek sayabilirim. Berkin Elvan’ın ailesinin yuhalatılması gibi bir sürü şey. Bu kadar insanın kötü yanını görünce insanın doğal olarak insana inancı azalıyor. İnsana inanmazsan kendine inanmazsın” diye konuştu. 

“İnsanlar, faşizmi üniformayla gelen bir organizma zannediyor”

“İnsanlar, faşizmi üniformayla gelen, böyle postalları olan bir organizma zannediyor Postal ve üniformayla gelmediği zaman da tanımak istemiyorlar” diyen Temelkuran, şöyle devam etti:

“Faşizmin başlangıç noktası ahlaki olarak bir insanı, diğerini, ötekini insanlıktan çıkarmakla başlar. Eğer o insan değilse ona her şey yapabilirsin. Bu, faşizmin ana ahlaki temelidir. Ve biz bunu gündelik hayatımızda çok yaşamaya başladık. Bu çok korkutucu bir şey. Bu gündelik faşizm çok korkutucu bir şey. Pek bayram yapacak hali olmuyor insanların böyle bir durumda. Bir toplumu toplum yapan şey bir güvenlik anlaşmasıdır. ‘Birbirimizi öldürmeyeceğiz’, güvenlik anlaşması. Ve giderek bu birazcık yıprandı gibi geliyor bana. Ve halkı silahlandırmak, sivilleri silahlandırmak gibi politikaları gördükçe biraz ürkmüyor değilim.”

“İktidarın ilkelliği, muhalefeti de ilkelleştiren bir şey oluyor”

“Bir ülke nasıl kaybedilir” kitabında da yer verdiği “Duygu terörizmi” kavramını anlatan Temelkuran, şunları söyledi:

1980’lerden sonra, özellikle Margaret Thatcher ve Ronald Reagan ‘Artık başka bir alternatif yok, kapitalizm tek alternatif’ dedikten sonra genel olarak dünyada bir siyasi donukluk başladı. ‘Sosyalizm yıkıldı’ dendi. Berlin Duvarı’ndan sonra falan… İnsanlar o günden sonra sanıyorum düşüncelerden ziyade duygularıyla ilgilenmeye başladılar. Bir de böyle, ‘zaten başka bir alternatif yoksa herhangi bir tartışmaya gerek yok, dolayısıyla çatışmaya gerek yok, o zaman ne hissettiğimizden bahsedelim’ gibi garip bir düşünme kültürü oluştu. Ve Türkiye’de son yıllarda yaşadığımız saçmalık bombardımanı, absürtlük bombardımanı sayesinde genellikle sosyal medyada ama gazete köşelerinde de muhalifler olarak şöyle demeye başladık; ‘öyle olmasın, bu korkunç bir şeydir, bu rezalet, biz çok öfkeliyiz’ falan filan. İktidarın ilkelliği muhalefeti de ilkelleştiren bir şey oluyor. Bu, ister istemez böyle. Siz çocuklara tecavüz edilirken ne konuşabilirsiniz? Şunu diyebilirsiniz ancak; ‘çocuklara tecavüz edilmesin.’ Olabilecek bir şey mi bu ya! Yani biz bu kadar üniversiteler okuyoruz, bu kadar diller öğreniyoruz, bu kadar kitaplar okuyoruz ve içine düşürüldüğümüz durum ‘çocuklara tecavüz edilmesin’ demek! Şimdi içine itildiğimiz bu ilkellik, hepimizin sinirlerini bozdu, hepimizi öfkelendirdi, isyan ettik. Bu da bu kadar üst üste gelince insanın düşünmesini zorlaştıran bir atmosfer oluşturuyor. Muhalefet de kendi içinde birbirine çok saldırgan davrandığı için, çok alaycı, birbirini beğenmez, hiçbir şekilde asgari müşterekte birleşmek istemeyen garip bir muhalefetimiz olduğu için orada da bir duygu yoğunluğu var. Herkes birbirinden nefret ediyor bu fazla duygular bu büyük duygular beni yoruyor. Türkçe de bu siyasi durumla terörize oldu tabii. Bulutsuzluk Özlemi’nin şarkısı gibi ‘Hiçbir kere hayat bayram olmadı ya da her nefes alışımız bayramdı’ o da çok iyi anlatıyor bu duygu fazlalığını. Ben kenara çekilip meselelere biraz soğuk kanlı bakmak istedim. Başka dilde yazmak insanın duygularını temize çeken de bir şey.”

“Bir kere evi terk edince ondan sonra hep evsizsin”

Yaklaşık beş yıldır Zagreb’de yaşayan Ece Temelkuran, “Buraya geldikten bir süre sonra, kalmaya karar verdikten bir süre sonra fark ettim ki böyle yaşanmaz. Kalbimin bir kısmını kesip derin dondurucuya attım diyeyim. O sıla hasreti, o memleketi özlemekle yaşanacak bir şey değil” dedi. Temelkuran şöyle devam etti:

“Ama insan şunu da düşünüyor; memleket nedir? 2016’da darbe girişimi olduğu gece benim evimin etrafında makineli tüfeklerle birtakım adamlar faşist sloganlar atarak geziyorlardı. Memleket neresi? Benim evimin etrafı mı? Bir sürü şey düşünüyor insan. Bir evin olması duygusunu özlüyorsun. Çünkü bir kere evi terk edince ondan sonra hep evsizsin. Eve geri dönsen de evsizsin. O yüzden mesela kendime ‘sürgün’ dedirtmiyorum. O, çok ağır bir laf, çünkü sürgün olmak demek ömrünün geri kalanını sürgün olarak geçirmek demek. Evine geri dönsen bile. O geçmiyor, o sürgünlük durumu. Öte yandan Albert Camus’nün dediği gibi, bütün edebiyat bir sürgün edebiyatıdır. Dolayısıyla yazı yazanlar kendi ülkelerinde yaşasalar bile sürgünler gibi… ‘Bir ülke nasıl kaybedilir?’ kitabında anlatmaya çalıştığım şey oydu. Ülkenizi kaybetmek için ülkenizi terk etmenize gerek yok,  ülkenizin içinde yaşarken bile sürgün durumuna düşebilirsiniz. Ki birçok insan da bu durumda yaşıyor diye düşünüyorum. Sanki bir sürgünmüşçesine kendini kapatarak ve etrafla ilişkiyi en aza indirerek.”

“Onur zedelendiği için bütün dünya hastalandı”

“Bizim neşeye ihtiyacımız var ama bu onurun neşesi olmalı, onurlu olmanın neşesi olmalı” diyen Temelkuran, şu görüşleri paylaştı:

“Onur ile gurur sözcükleri arasındaki farkı düşünüyordum. Onur sözcüğünün çok kapsayıcı ve insani bir şey olduğunu, hepimizin birlikte onurlu olmamız söz konusu olduğunda onurlu olabileceğimizi... Çünkü sen İsrail’de, o partideki bir insan olabilirsin ama akşam eve gittiğinde Hindistan’da ölen adamı gördüğünde neşeli olamazsın, çünkü onun insanlık onuru zedelenmişse ve onur tek ve bir ise bütün insanlık için, senin onurun da zedelenmiştir. Dolayısıyla onur kavramının sınıfları, toplumsal sınıfları ekonomik sınıfları, bütün farklılıkları kesen ve hepimizin ortaklaştığı bir kavram olduğunu düşünüyorum. Ve bu zedelendiği için bütün dünya hastalandı gibi geliyor bana.”

“Eski hafif deliliğimize geri dönmek istiyorum”

Söyleşi serisine adını veren “Türkiye’de hayat nasıl bayram olur?” sorusuna da yanıt veren Temelkuran, “İnsanlar korkmadığı zaman bayram olur. Birbirlerini sevmekten korkmadığı zaman bayram olur. Herkesin eşit derecede insan olduğunu kabul ettiğimiz zaman bayram olur. Ben eski hafif deliliğimize geri dönmek istiyorum. ‘Eh işte’ye geri dönmek istiyorum. Sadece ‘eh işte’ olsa bile bence bayram olur” dedi.

D_Side_Content_300x250

İlgili İçerikler

Öne Çıkan Videolar