Geçen hafta İspanya ve Türkiye’de iki garip bir şey oldu. İspanya'nın kanlı diktatörü Franco için yapılan anma törenine katılanlara para cezası’ verilmesi için, soruşturma başlatıldığı duyuruldu.
Neden hapis değil de, sadece para cezasıyla yetinilmiş diye düşündüm.
Alışmışız bir kere, bizim ülkemizde birisine ceza verilecekse ilk akla gelen ‘hapis’ olur. Karşılığı para olan bir yaptırım, bizde ‘ceza’ kategorisin içinde görülmez. Eğer birisi hakkında verilmiş cezadan söz edilecek olursa, akla gelen ilk imaj demir parmaklıklar görüntüsü olur.
İspanya’daki olay haber olduğu gün, aynı medyamızda ulusal bir ‘ceza’ haberi daha vardı.
'Erşan Kuneri' dizisinde alkol ve sigarayı özendirdiği için Cem Yılmaz hakkında, bir dernek tarafından suç duyurusunda bulunulmuştu.
Anlaşılıyordu ki, ‘Bağımlılığa ve Sigaraya Hayır Derneği’ para cezasının yeteri kadar caydırıcı olarak görmüyor, Cem Yılmaz’ın hapishaneye girmesini daha tatmin edici buluyordu.
O nedenle Erşan Kuneri’yle ilgili olan değil, Franco severlere para cezası haberi, bana daha çarpıcı gelmişti.
Neden İspanya’da öyle de, bizde böyle?
Aradaki farkın İspanya ile değişik meridyen çizgisinde olmamızdan kaynaklandığı düşünülebilir.
Yine de bizde her bireyin, hiç tanımadığı başka bir kişinin cezaevine girmesi konusunda duyduğu derin arzu da, önemli faktör olabilir.
Hatta bunu istemek için, beslediği hissin garez boyutlarında olması da gerekmez, nedensiz biçimde hoşlanmaması da kafidir.
O nedenle hazır bir bahane varken, Cem Yılmaz’a hapis cezası verilerek kodese tıkılmasını istemenin altında yatan hissiyatı anlamak zor değildir.
Üstelik haz verme açısından, cezaevinden önce yaşanacak enstantanelerin de aşağı kalır bir yanı yoktur.
Cem Yılmaz’ın evine sabaha karşı baskın yapılması, sonra kolları arkasından bağlı şekilde ters kelepçe vurulması, başına bastırılarak öne eğmek suretiyle ekip otosuna bindirildiği görüntüleri medyada izlemek, birilerine doyumsuz anlar olarak gelebilir.
Öte taraftan İspanya, Franco döneminde (1936-1975) yaşadığı acılar nedeniyle duyduğu öfke dinecek gibi görünmüyor.
Geçtiğimiz Ekim ayında, "Demokratik Hafıza Yasası" çıkararak, Franco’ya verilen soyluluk ünvanını geri alıp, o dönemde verilen mahkeme kararlarını ‘yok hükmü’ içine aldılar.
Yani ‘General Franco’dan söz etmek, İspanya’da ağza alınmayacak bir küfür gibi görülüyor. Buna rağmen, onu yüceltenlere karşı, sadece 150 bin euroya kadar para cezasını yeterli görebiliyorlar.
Gerçekten de ‘meridyen farkı’ çok önemli olabilir, sadece iklim açısından değil, ülkelerin hukuk mantalitelerinde de etkili olabiliyor.
Yukarıdaki konuya nasıl da denk geldi…Tik tok fenomeni Mika Can Raun’a, 100 lirayı klozete attığı görüntüleri sosyal medya hesabından paylaştığı için, hakkında dava açıldı.
İddianamede, Mika Can Raun’un, "Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret" ve "Devletin Egemenlik alametlerini alenen aşağılama" suçlarından 7 yıl 6 ay hapis cezası ile cezalandırılması istenmiş.
Şüpheli Mika Can Raun ise savunmasında, 100 liralık banknotu tuvalete atmadığını yere bıraktığını, takipçileri ile etkileşim olsun diye böyle bir şey yaptığını, paylaşımlarının suç oluşturmaması gerektiğini, 1 saat sonra videoları kaldırdığını söylemiş.Yıllar önce, Hülya Avşar’a da benzer bir dava açılmıştı.
2002 yılında Show TV’deki programında, sahnede serpiştirilmiş şekilde duran ve üzerinde Türk Bayrağı motifleri olan bayrakları ‘iteledi’ diye, hakkında iddianame düzenlendi.
Sadece Hülya Avşar değil, balonları İzmir'de üreten firmanın sahibi, toptancısı, dağıtımcısı, programın yapımcısı ve Show TV’nin yetkilisi de yargılanmıştı. Tüm sanıkların, ''Türk Bayrağı Kanunu'na muhalefet etmek'' suçundan 3 ile 6'şar ay arasında hafif hapis cezasına çarptırılmaları istendi.
Sanık sayısı 3 kişiyi geçtiği için ‘örgüt’ kapsamı içine alındı mı, hatırlamıyorum.
Davanın sonunda, “suç işlemek kastıyla hareket etmedikleri” gerekçesiyle tüm sanıklar beraat etti.
Mika Can Raun ise yalnız yargılanıyor, Darphane Müdürü ve Tik-Tok Genel Müdürü sanık olarak yer almıyor.
Şimdi aklı selim bir çok kişi “ Böyle suç mu olur? Davaya ne gerek var?” diye düşünmüş olabilir.
Böyle düşünenlerin hesaba katmadığı, birilerinin hapse girmesi için sürekli hop oturup-hop kalkma modunda olan bir kitlenin varlığıdır.
Eskiden, sabah yataktan kalkıp daktilosunun başına geçerek, savcılıklara, belediye zabıtasına, mezarlıklar müdürlüğüne şikayet dilekçesi yazan prototipler vardı.
Şimdilerde aynı işlevi sosyal medya mecraları yerine getiriyor.
Bu öfkeli kalabalık olduğu sürece, savcılıkların da Mika Can Raun’un yakışıksız davranışına tepkisiz kalmasını beklemek, biraz haksızlık olabilir.
Yukarıda sözünü ettiğim cenah tribün coşkusu içinde hep bir ağızdan tezahürata başlayınca, devlet ricali içinde hareketlenmeye neden olması mümkündür. Mesela, Adalet Bakanı telefon açıp yardımcısına, o da İstanbul Başsavcılığını arayıp “ Ne oluyor?” diye sorması, kuvvetli ihtimal haline dönüşebilir.
İhtimaller böyle olunca, savcılık da “ Ben davamı açayım, kararı mahkeme versin” diye düşünmüş olabilir.
Sonuç olarak takdir mahkemenin ama, Mika Can Raun’a açılan dava akıbetinin, Hülya Avşar’ınkinden farklı olacağı izlenimi vermiyor.
OLAY YERİ: Ulukışla (NİĞDE)
DAVALI: Kullanmış olduğu kredi kartı limitinin 1.000,00 TL olduğunu, bu nedenle borcunun 56.953.,00 TL olmasının imkansız olduğunu, kredi kartındaki limit artırımının kendi isteği dışında yapıldığını, buna ilişkin ses ve kayıtların bankaca tutulmasının zorunlu olması gerektiği, davacı bankanın olağanüstü kart hareketlerinden dolayı uyarıcı ikaz edici bir görevi ihmal ettiğini belirtmiştir.
KARAR: Banka tarafından konu edilen harcamalar için gereken tüm önlemler alınmadığından, banka hafif kusurlarından dahi sorumludurlar. Bankanın kusuru az da olsa, meydana gelen zarardan sorumludur.
DOSYA NO: E:2020/38 53, K:2021/5124