Son günlerde kaybolan çocuk haberlerinin ardından gelen ölüm ve tecavüze ilişkin bulgular, kamuoyunun ilgisinin yeniden bu alana yoğunlaşmasına neden oldu. Aslında belirli aralıklarla bu durumun benzerlerini yaşadığımızı, şöyle biraz geçmişe döndüğümüz takdirde görebiliyoruz. Fakat buna karşın vermiş olduğumuz tepkilerin de yine aynı minvalde gerçekleştiği gerçeğini ise unutmuş olarak sanki ilk kez veriyormuş gibi davranmayı sürdürüyoruz. Oysa sosyal medyanın dolaşıma girmesinden bu yana yaşadıklarımız üzerinde adeta bir deja-vu sürecinden geçme durumumuz hiç de azımsanacak gibi değil.
İşte tam bu noktada verdiğimiz tepkilerin ucunun ne kadar açık kaldığı ve aslında ne kadar büyük bir boşluğun içerisinde olduğumuz durumu bir kez daha gözler önüne serilmiş oluyor. Yaşananların ne kadar büyük bir travma yarattığı gerçeğini hiçbirimiz gözden uzak tutamayız buna karşın yaşadıklarımızın karşısında çözüm olarak ortaya konulanların çözümü gerçekleştirmekten ziyade kalpleri soğutmaya yarayacağını unutmamalıyız. Bu çözümlerin başında idamın yeniden geri getirilmesi önerisi bulunuyor.
Modern devlet öncesi devletlerin güçlerini göstermesinin aracı olarak şiddeti kullanmaları ve bunu kamuoyunun önünde gerçekleştirmeleri tesadüf değildir. Ancak zaman içerisinde bunun daha gizil bir hale büründüğünü ve şiddetin bu kez şekil değiştirmek suretiyle devam ettiğini biliyoruz. İşte bu noktada farklı ülkelerde farklı uygulamalar gerçekleştirilmekle birlikte idamın tek başına sorunları çözmeyeceği gerçeğini es geçmemeliyiz.
Gerçek anlamda hukuksal normları hayata geçirebilmek ve bunun yanı sıra toplumsal hayatın sınırları içerisinde suç ve suçluları cezalandıracak yaptırımları uygulamak durumundayız. Bununla birlikte bir arada yaşama ve özellikle daha güçsüz olan başta çocuklar, kadınlar, yaşlılar ve hayvanlar olmak üzere bütün canlıları gözetecek bir kültürü dolaşıma sokabilmeliyiz. Aksi halde sadece yaptırım ve cezalar ile sadece bir yere kadar gidebilirsiniz daha ötesi için buna uygun bir kültürel yapı ve eğitim sistemine gereksiniminiz olacaktır.
İşte bu noktada tüm ülkeyi ilgilendiren şiddet fenomeni ile mücadele etmek ve şiddetin bütün biçimlerini mümkün olabildiği ölçüde toplumsal hayatımızdan çıkartacak uygulamalara ve düzenlemelere ihtiyacımız bulunmaktadır. Her defasında kaybettiklerimizin ardından aynı sözleri duymak istemiyorsak, şiddetle yaşayan ve onu besleyen bu kültürü tartışmak zorundayız. İnanç, ideoloji, etnik kimlik, cinsel tercihler vb. gibi yaklaşımlar üzerinden yapacağımız her türlü çıkarımla birlikte kendimizi aklama çabası biraz daha fazla şiddete bulaşmamızı ve hayatımızın içinden çıkılmaz bir hal almasını hızlandıracaktır.
Konumuz çocuklarımız ve onların geleceklerine sahip çıkmamız olduğuna göre burada ne geçmişteki güzel günlerimize dönük çıkarsamaların ne de içinden geçtiğimiz günlerin yerin dibine sokulmasının tek başına bir anlamı olmayacaktır. Kendi çocukluklarına övgüler düzenlerin aktarmış olduğu gibi güllük gülistanlık bir yer olmadığımızı hepimiz gayet iyi biliyoruz. Çocuklarımıza nasıl bir değer verdiğimiz sorusunun yanıtını değiştiremediğimiz sürece onların yaşantılarını daha renkli, mutlu, huzurlu ve yaşanabilir kılamayacağımız noktası üzerinde durmak zorundayız. Kendi çocuklarımızı kurtarmak ve onlara yaşayabilecekleri güvenlikli alanlar inşa etmekle sorunları ortadan kaldıramayız.
İki hususun son derece önem arz ettiğini ve bu noktalarda her defasında yaşadıklarımızı görmezden geldiğimizi anlamak durumundayız. Bunlardan ilki bu ülkede ne çocukların, ne kadınların, ne hayvanların ne de geride kalanların hayatlarının bir önemi bulunmamaktadır. Pisi pisine ölüm denilen ve kader ile özdeşleştirdiğimiz anlayışımızla birlikte normalleştirilen bir ölüm biçimine sahibiz. Buna keşke olmasaydı lafını da eklediğimiz anda işler çoğu kez önemli bir oranda rayına girmektedir bile. Oysa en çok yaşamayı hak eden çocuklarımızı yaşatamadığımız gerçeğini her defasında bir kez daha görmemize rağmen yapılması gerekenleri yapmamayı sürdürüyoruz.
Bir diğer husus olan cinsellik konusu ise daha en başından tabu olarak kabul edildiği için sürekli olarak bastırılmaya ve yok sayılmaya devam ediyor. Böyle olduğu için de karşımıza köpeklere tecavüz edenlerden başlayarak kendisini hayvanlar üzerinde tatmin etmeye çalışanlardan oluşanlarla karşı karşıya kalıyoruz. 1980’li yılların ortasında dönemin Nokta dergisinde Eşo Gelin kapağını hatırlayanlarınız vardır, şu anda telaffuz bile etmediğimiz ama yine ülkemizin gerçeği olan eşeklerle cinsel ilişkiyi manşete taşımıştı. Hayvanların ötesine geçtiğinde bu kez başta çocuklar ve genç kızlar hedef olmaktadırlar.
Yine ülkemizin gerçeklerinden bir tanesi ensest ve onunla birlikte ilerleyen taciz, tecavüz vakalarıdır. Büşra Sanay’ın Kardeşini Doğurmak adını taşıyan kitabını şöyle bir karıştırdığınızda karşı karşıya kalınan vakaların ne kadar yürek burktuğunu görebilirsiniz. Cinselliği bastırmaya çalıştığımız ve yok farz ettiğimiz sürece bu durumun yaratabileceği tehlikelerin en büyük etkisinin çocuklarımıza olacağı gerçeği üzerinde durmalı ve çocuklarımızı söz konusu olabilecek tehlikeler konusunda bilinçlendirmek zorundayız.
Sosyal medyanın bize kusurlu bir ayna tuttuğunu ve burada bir anlamda kendi kendimizi tatmin ettiğimiz gerçeğini es geçmemeliyiz. Yaşanan çirkinliklerin ortadan kalkabilmesinin yolu başımıza ar yağması diye temennilerde bulunmak değildir. Bir arada yaşamanın gereklerini yerine getirmek ve daha iyisini hayata geçirebilmek için de gerektiğinde bir araya gelmek suretiyle tepkiselliğinizi gösterebilmeniz gerekir. Bu noktada önemini bir türlü idrak edemediğimiz sivil toplum olgusu devreye girer. Siyasal partilerin ve kurumların yaşananlar konusundaki eksikliklerin giderilmesinde uyarılarda bulunulmasının yanı sıra nelerin yapılabileceği hususunda da katkılar yapılır.
Klavye başında konuşmakla, eş dost arasında konuşmak arasında çok da büyük bir farklılık yoktur. Her iki tarzda aslında yaşananların kısa bir süre sonra unutulması ve normalleştirilmesine katkıda bulunur. Zaten böyle olduğu için de tüm bu kötülükler her defasında biraz daha artarak ve can yakarak sürüp giderler. Bunun daha farklı olabilmesi için konuşmanın yerine yapılabileceklerimiz konusunda faaliyete geçmeliyiz. TÜİK verilerine son sekiz yılda 104.531 çocuğumuz kaybolmuş olup evinden kaçan çocuk sayısı 26 bindir. Rakamların yüksekliği dikkatlerimizin çocuk istismarının yanı sıra kaybolan çocuklarımız üzerine odaklanılmasını zorunlu kılmaktadır.
Çocuklarımızın çocuk olduklarını ve birer minyatür yetişkin olmadıkları gerçeği ile başlamalı buna karşın onların sevgiye, ilgiye, oyuna ve en çok da tehlikelere karşı korunmaya ihtiyaçları olduğunu unutmamalıyız. Dünyalık edinmemizin araçları çocuklar değildir ve çocukları birer meta haline dönüştüren her türlü yaklaşım onları aynı zamanda istismara dönük birer varlık haline de dönüştürmektedir.