Son on ila on beş yıl içerisinde gelmiş olduğumuz noktanın hiçbir biçimde birbirimizle konuşamamak olduğu gerçeği ile bir kez daha yüz yüze kaldık. Enes Kara'nın intiharı sonrası yaşanan gelişmeler tıpkı bundan önceki çok sayıdaki örnekte olduğu gibi benzer bir durumla noktalandı. Siyasetin toplumsal tahayyül dünyamızı kötürüm bırakmasının ardından yıllar içerisinde hızla kutuplaşan ayrı dünyalar söz konusu olmaya başladı. Özellikle sosyal medya üzerinden bu ayrı dünyaların kendilerini savunurlarken kullandıkları argümanların sürekli olarak benzer bir biçim arz ediyor olması da yine bu toprakların ürünüdür. Bir başka ifadeyle söyleyecek olursak birbirlerinden hiç hazzetmeyenler aslında aynı kabın içinde şekillenmiş olan insanlardır. Siz bakmayın öyle farklı dünyaların insanlarıymış gibi durduklarına, özünde aynı noktada buluşuverirler. Çünkü hepsi bu kültürel iklimin çocukları olarak dünyaya gelmişlerdir ve birbirlerine karşı olan tahammülsüzlüklerinin ardında bile yine bu anlayışın yansımaları görülmektedir.
Üzerinde durmamız gereken ilk husus hiç kuşkusuz ya hep ya hiç mantığından hareket ediyor olmalarıdır. Siyahlarla ve beyazlarla dolu bir dünyada yaşamayı bir türlü sonlandıramadıkları için farklı renklere ve farklı seslere tahammül gösterme gibi bir yaklaşımları söz konusu bile değildir. Her iki taraf için de tek doğru vardır o da kendilerinin söyledikleri, yapıp ettikleridir. Ötekiler olarak niteledikleri diğerleri ise bu toprakların ürünü bile değillerdir. Yobaz, gerici, bağnaz veyahut Batıcı, işbirlikçi, hain nitelemelerinin havada uçuşması tesadüf değildir. Bireyin bir türlü reşit olamadığı bir toplumsal yapıda sürekli olarak bazı grupların, cemaatlerin, organizasyonların arkasında sesini yükseltmesi yine bu coğrafyanın kültürünün yansımalarındandır. Biz'den Ben'e uzanan yolculuğun Batı'daki evrimi bir hayli uzun bir zaman dilimi içerisinde gerçekleşmiştir. Osmanlının batılılaşma çabalarıyla başlayan ve yine tepeden inmeci bir zihniyetin ürünü olan anlayışın yansımaları önce imparatorluğun en uzun yüzyılı olarak adlandırılan on dokuzuncu yüzyılda kendisini göstermiştir. Bu yüzyıl içerisine sığdırılan öylesine yoğun bir olaylar zinciri söz konusudur ki tüm bu yaşananları anlayıp özümseyebilmek için epeyce düşünmek gerekir fakat düşünmek ve sorgulamak yine bu toprakların pek de üzerinde durmadığı kavramlardır.
Bir yüz yılı daha geride bıraktık ve burada bambaşka bir adımı atmak suretiyle seneye yüzüncü yılını kutlayacağımız cumhuriyeti ilan ettik. Kimsesizlerin kimsesi olarak adlandırılan cumhuriyet ile kurduğumuz bağda da sorunlar olduğu gerçeğini bir türlü kabul etmek istemedik. Hatta son on yıldır cumhuriyete cumhurun gerçek anlamda sahip çıktığı bir dönemden geçmekte olduğumuzu bile idrak edemeyen siyasilere sahibiz. Düşünün ülkeyi yönetmeye talip olanların ülkenin gerçeklerini tanımadığı ve onlara hep başka diyarlardan örnekler verdiği bir ülkede yaşıyorsunuz. Benzer biçimde ülkeyi yönetenlerin de yine yönettikleri ülke insanları ile ilişki kurarken, bu kitlenin bir bölümünü daha baştan yok farz ettiği bir dönemden geçiyorsunuz. Nasıl her ikisi de tuhaf öyle değil mi? Aslında hem siyaseten yaşadıklarımız hem de gündelik hayatın içerisinde karşımıza çıkan bütün gelişmeler tuhaf ötesi bir ruh halini ortaya koymakta. Hiçkimse bir diğerini dinlemek, onun yaşadığı acılara kulak kabartmak veya sıkıntılarına ortak olmak gibi bir anlayışa sahip değil. Zaten böyle olduğu için de yaşanan her olay sonrasında tıpkı Enes Kara'nın ölümü sonrasındaki gibi ayrışmayı sürdürüyoruz. Her grup kendi durdukları yerden ahkam kesmeye başlıyor ve yaşanan üzerinden karşı grubu dövme yoluna gidiyor.
Anında kampanyalar başlatılıyor, yaşanan gelişmeler sonrasında bıçaklar bileniyor ve ölümün soğuk yüzü bir anda ayrışmanın keskin yüzünü ortaya çıkartıyor. Bir taraf hemen haykırmaya başlıyor: Cemaat yurtları, tarikatlar kapatılsın, bütün malları devlete aktarılsın. Diğer taraf ise yaşananların sorumlusu olarak dış güçleri, ateistleri, ülkeyi karıştırmak isteyenleri suçlayarak durumu çevirmeye çalışıyor. Hemen karşı taarruz başlıyor ve benzer intiharların, bel altı vuruşların karşı mahalledeki yurtlarda ve yerlerde de yaşandığı hatta çok daha fazlasının olup bittiği işlenmeye başlanıyor. Tabii bu arada olan yine öldüğü ile kalanlara oluyor çünkü başkasının ölümü üzerinden ahkam kesmek son derece kolaydır oysa ölüm değdiği yeri yakar ve ateşi hiç bitmeyecek bir kor olarak geride kalanların yüreklerini dağlar.
Klavye üzerinden kapatılsın, kapatılmalı veyahut son verilmeli gibi sloganlar atarak rahatlayan yeni toplumsal hareketlerin çok daha güvenlikli bir ortam sunduğunu söylemeye bile gerek yok! Çünkü artık siyasetin yeni mecrası olarak görülen yer sosyal medya ve orada attığınız tweetler aracılığıyla hem rahatlıyor hem de vatandaşlık sorumluluğunuzu yerine getirmiş oluyorsunuz! Acaba gerçekten öyle mi oluyor? Yoksa merakın olmadığı bir kültürün çağımızdaki yansıma biçimlerinden birisi olarak taklit asıl olanın yerini mi alıyor? Bir başka ifadeyle sorgulamayan, düşünmeyen ve empati yapmayan bir anlayışın sosyal medya üzerinden bir kez daha kendisini temize çekmesi mi söz konusu oluyor!
İçinde yaşadığımız ülkede hepimizin farklı bakış açılarına sahip olabileceğimizi ve farklı ideolojiler çerçevesinde hayatlarımızı anlamlandırabileceğimiz gerçeğini daha baştan yok sayıyoruz. Üretilen mahallelerde de sanki yekpare bütün olarak bütün herkesin aynı düşüncede olduğunu ve aynı görüşleri yüzde yüz benimsemekte olduğu gerçeği ile hareket etmeyi seçiyoruz. Oysa içinden geçmekte olduğumuz zaman dilimi içerisinde yasaklamayı ki burada her iki taraf için de geçerli olan bir durumdan söz ediyoruz. Çünkü her iki mahallenin mensupları da yasaklamaya bayılıyorlar ve toptancı yaklaşım üzerinden sonuca ulaşabileceklerini zannediyorlar. Devletin asli görevinin söz konusu yurtları denetlemek olması gerektiğini ve bu denetim görevini layıkıyla yerine getirmediği noktada bu alanları tamamen yasaklayıp yok ettiğiniz anda bile görünürlüğün ortadan kalkmış gibi gözükse bile merdiven altında devam edeceği gerçeğini unutmamalısınız. O halde asıl olması gerekenin yasaklamalar ve mallara el koymalar yerine bütün bu birimlerin denetleme mekanizmalarının oluşturulması gerçeğidir. Ha bu arada hatırlatayım benzer mantıkla diğer mahallenin de benzer yurtları ve kurumları kapatma talebi olduğu gerçeğini de bir tarafa not edin. Yani burada bakış açısı farklı değil, benzer bir biçimde aynı yasaklayıcı mantık üzerinden hareket etmeyi sürdürmekte.
Bireyi baskılamayı sürdürdüğümüz her pozisyonda sorunlar katlanarak devam edecektir. Çözümün yok etme veyahut kapatmadan geçmeyeceği tam aksine herkesin kendi özgür hayatlarını yaşayabileceği bir toplumsal iklimi oluşturabilecek zihniyet kalıplarını ve buna olanak sağlayacak düzenlemeleri hayata geçirmekten geçeceğini görmek durumundayız. Birbirimizle mücadele etmekten asıl mücadele etmemiz gereken noktaları es geçmeyi sürdürüyoruz. Oysa zaman akıyor ve hızla değişen dünyada ne yazık ki olan bitenleri giderek daha fazla geriden takip etmek zorunda kalıyoruz. Birbirimizle konuşmadan, sorunlarımızı çözmeden ve en önemlisi birbirimizi dinlemeden daha iyi günlere kavuşabilmemiz mümkün gözükmüyor! Siyasetin çözüm üretme mekanizması olabilmesi için en başta saygı ve sevgi dilini hayata geçirmesi gerekiyor ne yazık ki bu anlayıştan uzun bir zamandan beri epeyce uzaklaştık. Belki de bu yüzden gençlerimizin yurt dışına göçlerini bir türlü anlamlandıramıyoruz. Oysa onlarla, yetişmiş insan gücümüzü kaybediyoruz ve en acısı yarınlara olan inancımızı yitiriyoruz, umarım bu durumu bir an önce sonlandırabiliriz.