Modernleşirken, geçmişe ait unsurları koruyamamamız yüzünden, “evinin anahtarını çekinmeden komşusuna teslim eden” bir kültürün egemen olduğu “mahalle” havasını yok ettiğimizi savunan İslamcı düşünce modernizmin bizi karşı karşıya bıraktığı savrulmalar karşısında kendisine uzun yıllar “mahallenin” dışından da epeyce taraftar bulabiliyordu. “Ev dar ise hemen bitişikteki komşunun evini açtığı” geleneksel mahalle, içinde “iyi, doğru ve güzel” unsurlar barındıran bir yerdi sonuçta ve seküler ahlak ölçülerini benimsemiş insanların da itiraz edebileceği bir yer değildi!
Ancak bugün, “iyi, doğru ve güzel” hakkında, ya da genel hatlarıyla “seküler etik” adına umutlu olmaktan epeyce uzak noktaya düşmüş bir haldeyiz. Artık “mahalle” içinde mesele, küçücük çocukları kötülüklerden korumak yerine tecavüzcülerini kollayan hukuki düzenlemeler yapabilmeyi içine sindirmeye kadar dayanmış durumda.
Bu, Osmanlı’dan miras alınan ve yüceltilen geleneksel “mahalle” havasının dibine kibrit suyu ekmeye ve onu “çözülüşe” götürmeye varan bir durum, ama gelin görün ki, o mahallede, bunu görebilen insan sayısı da son derece az! Toplumun bir kesiminin diğer bir kesimine tecavüzün, hırsızlığın ve hak gaspının kötü bir şey olduğunu kanıtlamaya çalıştığı yerin mahalle değil olsa olsa cehennem olabileceğini gören insan sayısının 80 küsur yıllık cumhuriyetimizde çok daha fazla olması ümit edilirdi! Ama olmuyor işte!
Tam bu noktada, şu eski “mahalle baskısı” tartışmasını hatırlamakta fayda görüyorum. Zira o tartışma bugünü nedenleriyle anlamaya yönelik önemli ipuçları da barındırıyor.
Prof. Dr. Şerif Mardin, bundan 8 yıl önce başlattığı “mahalle baskısı” tartışmasında aslında bunun bir kavramdan öte zamanla değişen bir “teşkilatlanma biçimi” olduğunun özellikle altına çizmişti.
Ancak Mardin, tartışmanın sosyolojinin alanı içinde tartışılmamasından rahatsız olmuş, kavramın doğrudan politik bir zeminine çekilerek iktidar partisine muhalefet etme aracı olarak kullanılmasından duyduğu rahatsızlığı açıkça dile getirmişti.
Bu rahatsızlıktan hareketle de, 23 Mayıs 2008 tarihinde düzenlenen “Prof. Şerif Mardin: Mahalle Baskısı, Ne Demek İstedim?” başlıklı toplantıda, aşırı popülarize edildiğini düşündüğü sözleriyle tam olarak ne demek istediğine açıklık getirmeyi denedi. Söz konusu toplantıda deneyimli gazeteci Ruşen Çakır’ın yönelttiği soruları yanıtlayan Mardin, “mahalle baskısı” kavramıyla işaret ettiği “teşkilatlanma biçiminin” Osmanlı’dan Cumhuriyet’e ve de 2000’li yıllara nasıl değiştiğini kabaca anlatmıştı. Şerif Mardin, “mahalle” üzerine çalışmalar bağlamında Türkiye’de sosyologlara çok iş düştüğünü düşünüyordu. Hatta 2010-2011 yılları arasında NTV’de yayımlanan “Gerçek Orada Bir Yerde” isimli TV programının birinde, mahallelerdeki “ağabeylik”” müessesesinin sosyolojik olarak hiç çalışılmadığının altını da çizerek bu bakir alanın bize çok şey söyleyeceğini ve muhakkak el atılması gerektiğini ifade ediyordu.
Belli ki, “mahalle” sadece bir mahalle değil, kompleks bir alandı. Aslında mahalle, Şerif Mardin’in söylediklerinden bağımsız olarak, giderek kendisini daha çok görünür kılmaya başlamış bir alandı. Hrant Dink cinayetinden (ve bu cinayetin neredeyse tüm sanıklarını bünyesinden çıkarmış bir mahalleden –Pelitli’den) 15 Temmuz tarihli “darbe girişiminin” bastırılmasında işlediğini gördüğümüz yerel mekanizmalara kadar, toplumsal olaylarda farklı biçimlerde rol üstlenmiş bir kavram ve müessese idi.
Şerif Mardin’e göre, mahallenin bu kompleks niteliği hem bugün hem de dün için geçerliydi. Osmanlı’ya baktığımızda, mahallenin yalnızca insanların yaşadığı bir mahalden ibaret olmadığını; içindeki camisiyle, caminin imamı ve o imamın okuduğu kitaplarla, tekke ve tarikatlarla, hatta külliyeler ve esnafla bütünlüklü bir şekilde işleyen bir yapı görüyorduk.
Osmanlı’nın mahallesini en iyi incelemiş bilim insanlarımızın belki de başında, yıl içinde kaybettiğimiz Osmanlı tarihçisi Halil İnalcık geliyordu. İnalcık mahalleyi Müslümanların (ya da diğer dini cemaatlerin) özel hayatlarını yaşadıkları alanlar olarak tarif ediyordu. Devlet memurları buralara ara sıra gidiyordu. Buradaki kamu işleri mahallenin seçtiği ve kadının onayladığı kethüda ile imamdan soruluyordu.
Ancak Cumhuriyet ile birlikte Osmanlı’nın geleneksel mahalle yapısına bir rakip gelmişti. Zira yapıya öğretmen, okul, öğrenci, öğrencinin kitabı vd. bileşenler dahil oluyordu. Mahalle değişiyor, eski yapının yerine Cumhuriyetin kattığı yeni bileşenler sayesinde yeni bir yapı geliyordu. Lakin Cumhuriyet’in 80 küsur yıllık seyri içinde, bu iki yapının rekabetinde öğretmenle temsil olanın aleyhine bir durum, bir gerileme söz konusuydu. Cumhuriyet’in mahallesi geriliyordu.
Peki bunun nedeni neydi?
Mardin, bu konuda bugün sekiz yıl öncesinden de önemli hale geldiğini düşündüğüm şu saptamayı dile getiriyordu:
“Cumhuriyette iyi, doğru ve güzel hakkında çok derine giden bir düşünce yok. (…) Avrupa’da yüzlerce sene, binlerce sene dindar olsun, dindar olmasın insanlar her iki grup da ve bu arada bilhassa laiklik içinde diyebileceğimiz grup, iyi, doğru ve güzel konusunda tartışmalara girişmiş ve bu konuda binlerce, on binlerce sayfa yazmıştır. (…) Bizim cumhuriyet öğretimizde iyi, doğru ve güzeli derinliğine araştıralım diye bir şey yok. Orada binlerce sayfa tartışma bulamazsınız. Şimdi bu çok önemli bir şey; binlerce sayfa felsefi tartışma vs. bulmadığınız zaman ne kalıyor bu değerleri insanların birbirlerine karşılıklı olarak üstlerine almasında, göz kalıyor, bakma kalıyor… Göz ile bakma paradoksal olarak mahalle baskısının önemli unsurlarından biriymiş gibi geliyor. Çünkü gerçekten orada çok önemli bir rolü var. Fakat aynı zamanda şunu da unutmamak lazım: öğretmenin dünya görüşünde iyi, doğru ve güzel olmayınca işte orada olan diğer elemanlar devreye giriyor.”
Ne giriyor devreye? Bir topluluğu göz ile inşa etmek giriyor. Neye göre? Statik bir İslam ahlakı anlayışına göre! İşte bu anlayışın yeniden devreye girdiği mahalle bugün sekiz yıl öncesinden dahi daha sert bir biçimde yeniden örülüyor.
Bunun bir nedeni, iktidarın bunu (“dindar ve kindar nesil” yaratmaya da uygun bir şekilde) böyle uygun görmesiyse, bir diğer nedeni de, Cumhuriyet rejiminin tepeden inmeci, buyurgan tavrı ile hem toplumun kendine özgü sistematiğini anlamaktan hem de “yeni” toplumuna vazedeceği yeni ve seküler ahlak değerlerini ortaya koymaktan uzak durmuş olması. Bu konuda bir çaba, bir teşvik içinde olmayışıyla da, Cumhuriyet’in mahallesine ancak kırılgan bir biçimde yeniden form verebilmiş olması.
Kant, aklını kullanma cesaretini gösteren ve bu yolla iyi ile kötünün ayırt edilmesini sağlayan, eleştirel yargı koyabilen insan aklının ahlaki yükümlülüklerin de temeli olduğunu söylüyordu. Cumhuriyet, bu konuyu dert edinmemiş, cumhuriyet aydını da insan aklının ahlaki yükümlülüklerini ve temellerini güçlendirme arayışında olmamış, bunu tartışmamıştı.
Olmayan sadece doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin kavram çiftleri üzerine akademik alanda ontolojik, epistemolojik ve etik tartışmalar değildi. Olmayan, aynı zamanda bu tip tartışmaları entelektüel çabaların ötesine, okula ve öğrenciye taşıma, bireyi küçük yaştan itibaren seküler ahlak ilkeleri ile donatma ihtiyacı idi. Cumhuriyet Türkiye’si örgün eğitimde doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin’e yer vermemişti.
Galiba bunlar olmayınca da, mahalle bireylerinin tutum ve davranışlarında seküler ahlaki normların gözetilmesini beklememiz pek mümkün olamamıştı. Bunun bir sonucu olarak, “mahalle baskısı” dediğimiz olgu akacak mecrasını kolaylaştıran fırsatları bulduğunda giderek daha baskın hale geçmişti.
Bu arada mahalle merkezli teşkilatlanma biçimine özel önem atfeden siyasal İslamcılar toplumun yeniden inşasında önemli bir rolü de coğrafyamızın en küçük yerel birimi olan mahallenin temsilcileri olan muhtarlara biçmişti.
Mahalle biriminin devlet nezdindeki temsilcilerinin Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda düzenli bir biçimde ağırlanmasını da böyle bir çerçevede anlayabiliriz belki. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Murat Belge’nin bir yazısında belirttiği gibi, belki bu toplantılarda “form tutuyor, temayüz ediyor.” Ama bundan daha da önemlisi, belli ki yaptığı önemli çıkışlarda verdiği mesajlarının “mahalle”ye taşıyıcılığını aslen bu kitlenin yapmasını umuyor, bekliyor.
Osmanlı’da kethüdaların başlıca görevleri loncayı ya da mahalleyi hükümete karşı temsil etmek ve hükümetin emirlerini üyelerine bildirerek uygulanmasını sağlamak ise günümüzde benzer bir rol mahallenin muhtarlarına biçilmek isteniyor.
Başta da dediğim gibi, bugün “iyi, doğru ve güzel” hakkında, ya da genel hatlarıyla “seküler etik” adına umutlu olmaktan epeyce uzak bir noktadayız. Artık mahallede mesele küçücük çocukları kötülüklerden korumayı dert etmek yerine tecavüzcülerini kollayan hukuki düzenlemeler yapabilmeye kadar dayanmış durumda. İşin acısı, mahallenin muhtarlarından da bu konuda bir ses çıkmıyor!
Bu, yüceltilen geleneksel Osmanlı mahallesinin dibine kibrit suyu ekmeye varan, bizi cehenneme bir adım daha yaklaştıran bir durum. Ancak bir cehennemin kıyısında da olsak, buradan çıkış için doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin üzerine düşünmekten, düşündürmekten ve ısrarla iyiyi, doğruyu ve güzeli savunmaktan başka bir yol yok gibi gözüküyor.