Bugünlerde, nisan ayı ortalarında, Sartre yine aklımıza gelenler arasında durmakta: 1905 doğumlu, filozof, romancı, tiyatro yazarı, entelektüel ve sonunda La Cause du Peuple adlı Maocu bir gazetenin destekçisi ve bugün okumakta olduğumuz Libération gazetesinin kurucuları arasında yer alan son niteliğiyle gazeteci Jean-Paul Sartre, sadece döneminin felsefi ve siyasi düşüncesinde iz bırakmış biri değil, aynı zamanda yine düşünülmekte olan bir filozof-militan. Romanlarıyla, felsefe kitaplarıyla birleşen varoluşçu bakışıyla hem Fransa'yı hem de dünyayı sarsmış bir yazardı.
15 Nisan 1980'de duymuş olduğumuz Sartre'ın ölümü, beklenmekte olsa da herkesi kayıp bir hüzne boğmuştu. 19 Nisan 1980 günü, Montparnasse Bulvarındaydık. Kalabalık, çok büyük bir kalabalık vardı. Bir yüzyıl tarihi nerdeyse. Bu tarih ve düşünceler herkese bir şekilde dokunmuştu. Hiç Sartre okumayan biri olabilir mi hayatında? Veya onun yazdığı bir romanı okumamış bir Fransız olabilir mi? Ya piyesleri popüler değil miydi? Felsefesi belki daha zor gelebilirdi okuyucularına ama tutumları ve kamu önünde aldığı tavırları kim bilmez? Cezayir savaşı sırasında Fransa'nın sömürge siyasetine karşı çıkan da Nobel Edebiyat Ödülü ona verildiğinde, bu prestijli ödülü reddeden de Sartre değil miydi? Bilinci "dünyanın bir şeyi" olarak adlandırmakta değil miydi? Husserl'den aldığı bir öğreti vardı: "Her bilinç bir şeyin bilincidir." Her bilincin bir maksadı yok muydu: Üzerine eğildiği bir nesnesi? Bazı durumlarda, bilinç her zaman kendisine bir nesneyi veya kişiyi seçmekteydi. Sartre için bu, "imgeleşen bilinç" olarak tarif edilmektedir.
Montparnasse Bulvarı ve Mezarlığın önü kalabalıktı, çok kalabalık! Sartre kamusal ve angaje bir entelektüel olarak kamuya mâl edilmişti. O zamanki Cumhurbaşkanı De Gaulle bile onu "Fransa" olarak çağırmıştı. Belki de son "kamusal entelektüel" rolü Sartre'a aitti. Entelektüel, ona göre "üstüne vazifesi olmayan şeylerle uğraşan kişiydi". Hatta 1972 yılında, Foucault ve Deleuze'ün "bilinç veren entelektüele artık ihtiyaç duyulmadığı" üzerine yaptıkları konuşmayla aynı yılda Sartre "entelektüellerin işlevsel faydasının kalmadığını" vurgulamıştı; çünkü 1968 Hareketi herkesi etkilemişti, neredeyse herkesi entelektüel haline getirmişti. Toplum "imgeleşen bilincine" ulaşmış gözüküyordu o yıllarda. Sinema, dilbilim, edebiyat, felsefe, sosyoloji, psikanaliz hepsi aynı dilden konuşmaktaydı. Efendinin diline bir karşı çıkış nerdeyse bir "karşı-dil" olarak ortaya konulmaktaydı.
Sartre'a saldıranlar, onu, sağdan ve soldan eleştirenler, destek olduğu onca grup ve siyasi oluşumlar, 19 Nisan 1980 cenaze günü, Fransa'nın entelektüel tarihi olduğu kadar, dünya çağdaş yaşamı da birdenbire gözlerimizin önünden geçmekteydi. "Cezayir savaşının" kalıntıları, erkek ve kadın ilişkilerinin değişmesi, feminist kadın hareketi, cinselliğin toplumsal bir tabu olmaktan çıkması. Kadınların uzun süren mücadeleleriyle, bazı meşhur kadınların kendilerinin kanun-dışı olarak kürtaj yaptıklarını açıklayan 1972 yılındaki bildirileriyle, sonunda, 17 Ocak 1975'te Simone Veil Kanunuyla edindikleri IVG (hamileliğe istekli müdahale), yani "kürtaj hakkı" sosyal ilişkileri serbestleştirmekteydi. 1968 herkes için sosyal bir dönüşümdü.
Bir bakıma, o tarihlerde çini mürekkebiyle çizdiğim Sartre portresi gözlerimin önüne nedense o gün flu bir şekilde gelmişti. İzlenim değildi gözlerimin önüne gelen bu imge; çünkü şiddetli ve güçlü bir şekilde imgesini algılayamıyordum; ama "fikirleri imge olarak gözümün önünden geçmekteydi. Sartre bizim Saint Benoit Lisesi yıllarımızın kahramanıydı. Varoluşçuluk bizim maddeyi öne çıkardığımız, materyalizmi öğrendiğimiz yıllarda çıkmıştı karşımıza. Psikoloji ve Fransız edebiyatı hocalarımız da ondan bahsetmişti bize. Şunu öğrenmiştik: "Varoluş özden önce gelir." Bu bir fikir olarak imgeleşmekteydi ve algılama gücümüzün kuvveti doğrultusunda bir imge olarak cenazesinde gözlerimin önünden geçmekteydi. David Hume'un takipçisi ve eleştirmeni olarak yeni bir kavramla çıkmıştı Sartre. Hayali (L'imaginaire-1940-imgeleri tam olarak görememek ve istediğimiz, idealize ettiğimiz olarak görmek) adlı kitabı, felsefi olarak, İmgelem'den sonra (L'imagination-1936- nesneleri tam olarak görebilmek), onun ikinci önemli eserlerinden birisiydi. Fikirlerimizin, aklımızın ve akıl yürütmemizin ilk düşüncelerine, Sartre imge adını vermişti: Zihinsel imge, bilinç ve sonunda "imgeleşen bilinç". İmgeleşen bilinç ile bir nesne fikrinin oluşmaya başlaması aynı şey olarak durmakta. Burada, nesnenin oluşması sırasında onun niteliği ve niceliği tam olarak belirginleşemeyince, "imgeleşen bilinç" meydana gelmektedir.
İmgeleşen bilincime, tam olarak öyle gelmişti o gün Sartre. 19 Nisan 1980'de cenazesi sırasında, Sartre adlı bireyin niteliği ve niceliği, bana fikirlerini tam olarak vermemekteydi. Ama bilincim o kişiden imgeleşen bir bilinç yaratmaktaydı. Sanki o yılları yaşamış gibi, halbuki sadece çok kısa bir dönemini yaşamıştım; ama söylediğim gibi "o bizim lise yılları kahramanımızdı". Sanırım, Türkiye'de Sartre ile Marksizm el ele durmaktaydı o yıllarda. Veya bir sol fraksiyonu için belki de sadece. Ama sinema ve edebiyat çevresi için Sartre önemliydi. Ve Sartre 1980'e gelene ve Kamboçya'daki soykırımın ortaya çıkmasına kadar "Marksizm'in aşılmaz bir felsefe" olduğunu ileri sürmekteydi. Her ne kadar bireyin öne çıkarıldığı bir felsefe olarak durmuş olsa da varoluşçuluk yine de sosyal olan ile ilişkiliydi. Benim Sartre fikrim bu koşullarda oluşmaktaydı. Babamların rakı masalarında konuşulan, okulda arkadaşlarımla tartıştığım ve kitaplarını olabildiğince okumaya çalıştığımız bir kahramandı. Bu, bana dışarıdan gelen bir Sartre imgesiydi. Ama yine de var olan bir Sartre imgesiydi. O, herhangi bir insan değil veya herhangi bir Jean-Paul değil, Sartre'ın imgesiydi.
O gün Sartre artık aramızdan ayrılmıştı, ama imgesi bilincimizdeydi. Flu bile olsa imgesi bilincimin içinde fikirleriyle yer edinmekteydi; çünkü fikir ve imge aynı şeylerdi. "Sartre fikri" bende bir gerçek Sartre imgesini canlandırmaktaydı. O değil miydi "kendi sınıfına ihanet edenin" entelektüel olduğunu ileri süren? Burjuva ve aynı zamanda değil. Burjuva veya küçük burjuva olarak, burjuva yaşamına karşı çıkan, ama aynı zamanda burjuva olmaya devam eden entelektüel. Belki de Türkiye'de 1970'li yılların içinde, (1975 miydi?) aynı insanda bu iki karakteri birleştiren başka birisinin imgesi bende canlanmaktaydı. Çetin Altan'ın "Viski" adlı romanı. Bence bu varoluşçu bir romandı. Benzer bir çelişkiyi vurgulamaktaydı ve bir o kadar da realist bir imgeleşen bilinci bize göstermekteydi. Bir anlamda fikir ve imge yakınlaşmasıydı bu. Tam olarak şiddetli bir şekilde çerçevesi çizilemeyen imgeydi. Tam olarak belirginleşmeyen ve yarım, hatta soyutlaşmakta olan bir imge. Bilincimde Sartre'ın ve Çetin Altan'ın imgeleşen bilinci böyle oluşmaktaydı. İmge, o bakımdan, temsil ettiği maddi nesneye veya etten ve kemikten kişiye asimile edilmekte. Bu, bir özdeşlik olarak algılanmamalı. Bilinç ve fikir her şeye rağmen heterojen bir komşuluk ilişkisinde durmaktadır. İkisinin içkinliği bir yanılsama olarak var olmaktadır; ama zaten bu nedenden dolayı bilinç "imgeleşen bilinç" olarak adlandırılmakta değil midir?
Bugün aradan kırk bir yıl geçmiş, nerdeyse iki nesil. Ama Sartre ve sonrası hâlâ okunmakta. Simone de Beauvoir'ın ilk feminist çıkışının (1947) varoluşçu etkisi ve Sartre ile "antlaşmalı aşkı" bir yerlerde bazı kulaklarda çınlamaya devam ediyor. Sömürge-sonrası düşünce ve mücadele sürmekte, Afro-Amerikalılar hakları için hâlâ yollardalar; kadınlar ve onlara karşı şiddet ve cinayetler devam ediyor, ama onlar da buna karşı direnmeyi sürdürmekteler. Sartre bireyin ayrıcalığından söz etmekteydi ve içinde doğduğu koşulların esiri olmadığını vurgulamaktaydı. Her bir dönemin kendine has zamanı var; bağlamlar ve söylemler de aynı değil belki! Ama mücadele biçiminin sürmekte olduğunu görüyoruz. Sartre'ın imgeleşen bilinci dünya üzerinde kol gezmeye devam ediyor hâlâ. Bize, kendisinden sonra gelen diğer düşünürlerle birlikte musallat olmayı sürdürüyor.