Gerçekten de artık olup-bitenler hayal gücümüzü aşan bir tuhaf nitelik alıyor. Sanki bir gerçek-üstücü alemde, bir garabetler diyarında yaşıyor ve tıpkı Lewis Caroll’un ünü romanındaki küçük Alice gibi şaşıp duruyoruz.
Öncelikle şu Ahmet Hakan sorunu. Modern teknoloji (her yerde bulunan kameralar) destekli raslantılar sonucu hemen yakalanan dört sanık, karakolda her şeyi açıkça itiraf ettiler. Örgütlü bir suçun bizim gibi hukuku pek bilmeyen saf vatandaşlarca bile hemen anlaşılan kanıtları ortada; bir azmettirici, adı edilen bir ‘reis’, ödenen paraların tam rakkamları, buluşma yerleri, vs.
Sonrasında ise grup halinde sevkedildikleri mahkemede, hem birlikte olmanın getirdiği güç, hem de arada herhalde biryerlerden bir biçimde ulaştırılan ‘sıkı durun’ mesajıyla, tam Yaşarcılık oynamak; hani o “Yaşar/ Karakolda doğru söyler/ Mahkemede şaşar!” türküsündeki durum...Ve bu vahim olayın üzerine gitmeme, tersine üzerini örtme tavrı. Vah hukuk, vah adalet, vah basın özgürlüğü diye dövünmez misiniz?
Sonra o Dijitürk rezaleti. Türkiye’de zaten adettir; başarı kazanan her TV olayı ve kurumu sonradan bir biçimde yozlaştırılır. İlk özel film kanalımız Cine 5 öyle olmadı mı?
Fransız zamandaşı Kanal + kazandığı servet ve edindiği deneyimle ülkenin, giderek Avrupa’nın hala dimdik ayakta olan en büyük sinema/ medya devlerinden biri olurken, bizimkisi kurucusunun karışık mali serüvenlere atılmasıyla bitkisel hayata girdi. İlk dizi ve düzeyli sinema kanallarımızdan CNBC-a da satıldı, son günlerini yaşıyor.
Dijitürk de öyle oldu. Bizi o güzelim yabancı dizilere ve bol iyi filmlere alıştıran bu şirket de sonunda Katar’a satıldı, geçiş dönemiyle birlikte her akşam filmlerden dizilere, söyleşilerden konserlere bıkmadan aynı şeyleri göstereren bir ‘tekrarlar televizyonu’ olup çıktı.
Ve bu yetmiyormuş gibi, sadece bir savcının yolladığı yazıya dayanarak, tam 7 kanalı birden, aynı anda yayın alanından çıkardı. Aklıma gelen kelimeleri yazmıyorum, ama kestirebilirsiniz!.. Dünyanın hiçbir yerinde, hatta en otoriter Afrika devletlerinde bile görülmeyen bir uygulama.
Her kanalın bir seyircisi vardı. Her malın bir müşterisi olduğu gibi... Ve insanları alışıp sevdikleri şeylerden –bir eğlence, söyleşi ya da müzik programından, bir siyasetten, bir haber sunucusundan- ayırmak, gayri medeni bir tutumdur.
Bunun için zaten hukuk, “RÜTÜK” denen ve temelde bağımız olması gereken o kurumu yaratmıştır. Ondan hiçbir işaret ve de herhangi bir mahkeme kararı bile gelmeden, yedi bilinen, sevilen kanalı birden yok sayıp yayından çıkarmak nasıl bir iş oluyor? Hangi kurala, ilkeye, yasaya dayanıyor? Tüm bu işleri yapmayı kendilerine yediren o savcılar, o hakimler ve de o şirket yöneticileri, günün birinde hesap vereceklerini göremiyor mu?
Ama her konu böyle. Garabetler bitmiyor, tükenmiyor. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’nin talebiyle Saray adına “Beştepe için marka olma hakkı” istenmesine ne diyorsunuz? Galiba başkan babamız baktı ki her yerde Beştepe ya da Saray lafı geçiyor. Niçin bunu yasal olarak bir gelir konusu haline getirmeyelim diye düşündü herhalde...
Cumhurbaşkanımız ileri görüşle, sarayın o korkunç maliyetinin ve giderek tırmanan ‘örtülü ödenek’ taleplerinin bir ölçüde dengelenmesini öngörüyor olabilir. Ve bunu yarın-öbür gün seçim nutuklarında vatandaşa bir ‘tasarruf tedbiri’ olarak sunabilir.
Ve böylece bir ticari şirkete dönüşecek olan Beştepe, inşaattan iş makinalarına, pazarlamadan reklamcılığa, fuar ve panayır organizasyonlarından sağlık ve güzellik ürünleri satışına herşeyi yapacak. Pasta börek yapıp satmak, dergi-gazete yayınlamak, TV kanalı kurmak, ayrıca evlendirme ve cenaze törenleri düzenlemek de mümkün olacak. Yeter ki Erdoğan’ın ‘Saray’da tek başına’ canı sıkılmasın!...
Böylece Cumhuriyet tarihimizde ilk kez, başkanın sarayıyla ticaret yapma özgürlüğü buluşmuş olacak. Daha önce bunu düşünmedikleri için geçmiş başkanlar utansın!...
Çok şey var ya... Önce bir soru: bir siyasetçi, hele bakan olmuş birisi ne dinler, hangi tür müzikten hoşlanır Türkiye’de? Elbette bu seçim sonsuzdur. Ve klasikten caza, pop müzikten ağır alaturkaya, türküden uzun havaya, etnik müzikten arabeske çok şeye uzanabilir.
Ama bakınız hükümetten bir bakan ne diyor: “Ben en çok inşaat sesini severim. Yani beton makinalarının böyle pat pat vurmasını. Çok keyif alırım bu sesten...Bu pompalar hiç durmasın. Ve o beton pompaları hep çalışıp insanlara güzel güzel evler, yollar, otobanlar yapsın!”...
Elbette herkesin bir kulak zevki var. Ama bunu söyleyen bakanın bakanlığının başında Çevre lafı olduğunu, yani bunun Çevre ve Şehircilik bakanı olduğunu söylersem...Biraz tuhaf olmaz mı?
Biz insanların genelde, seçkin ya da popüler, güzel ve iyi müziğe hayranlıklarını söylemesine alıştık. Çevre Bakanı ise diyelim ki kuş seslerinden, kedi miyavlaması veya köpek havlamalarından, ormanların üzerinden fısıldayarak geçen rüzgardan, denizlerdeki vapur düdüklerinden veya martıların bitmeyen çığlıklarından söz etseydi... Belki ona katılabilirdik.
Ama beton makinasının pat pat vurması? Kusura bakmayın, ama ben almayayım!.. Yine de bakan İdris Güllüce’ye belki de teşekkür etmeliyiz.
AKP’nin bu bitmeyen inşaat hevesinden, heryeri betona boğma merakından ve yeşil düşmanlığından bizlere çok kişisel, çok özel bir yansıma verdi. Olaya güzel bir ayna tuttu.
Ve böylece son günlerde, en yukardan daha aşağılara, bir siyaset erbabı grubunun ticaretten inşaata uzanan temel çizgisi daha iyi ortaya çıktı.