52. Antalya Festivali hayli parlak biçimde açıldı. Doğrusu o batılıların ‘star power- yıldızların gücü’ dediği şeyi özlemiştik. Menderes Türel’in ilk başlangıç döneminde ve olayın TÜRSAK’la işbirliğiyle kotarıldığı yıllarda az mı ünlü görmüştük Antalya’da? Adlarını sıralasam tüm yazı biter!...
Sonra daha alçakgönüllü bir dönem başladı. Ve kendi sinemamıza daha çok yoğunlaştı festival... Bu da kötü bir şey değildi. Ama Antalya’nın giderek artan turistik kapasitesi için bile olsa, bu şenliği uluslararası kılmak ve tüm dünyaya açık hale getirmek fikri de fena mıydı?
Hele şu günlerde ‘Rusların gelmemesi’ olasılığıyla başlayacak gibi gözüken bir kriz döneminde, dünyanın ve özellikle Batı’nın çok farklı kesimlerini bu eşsiz kentimizin konuk edeceği ünlülerle tanıtmak ve ‘tavlamak’ akıllıca olmaz mıydı?
Ben ilk üç gün için gidip sadece iki gün kalabildiğim Antalya’da (dönmemi gerektiren şeyler vardı) ilginç anlar yaşadım, güzel fotoğraflar çektim, anmaya değer izlenimler edindim. İşte kısa bir özeti.
Gelir gelmez ayağımın tozuyla ve yaklaşık 10-12 gazeteciyle birlikte katıldığım Catherine Deneuve basın toplantısı, bana 2006’daki ‘Fransız yılı’nda İstanbul’a geldiğinde Palais de France’daki bir büyükelçi yemeğinde tanıştığım ve sonra birkaç kez Cannes’da resimlerini çektiğim bu yıldızı bir kez daha görme fırsatı verdi. Daha olgunlaşmıştı, o mağrur kraliçeyle sade ev kadını karışımı içinde neredeyse daha güzeldi.
Sevgili Alin Taşçıyan’ın ustalıkla yönettiği toplantıda ilk soruyu ben sordum ve böylece Catherine’in tam 4 kez çalıştığı Jacques Demy (ah o Şerburg Şemsiyeleri!), ikişer kez çalıştığı Luis Bunuel (Gündüz Güzeli ve Tristana) ve François Truffaut (o unutulmaz Son Metro) hakkındaki izlenimlerini dinledik.
Türkiye’yi övdü, Fatih Akın ve Nuri Bilge’ye sevgisini belirtti (hele o ‘soğuk bir Eylül gününde izlediği’ Kış Uykusu!). Paris cinayetlerinin etkisini anlattı ve Fransızların inandıkları şeyleri ve yaşam tarzlarını hiç değiştirmeden sürdürmek konusundaki kararlılığının altını çizdi.
Açılış gecesi bir yanıyla görkemli, bir yanıyla da kötüydü. Kötülerden başlayalım: her şeyin bir saat içinde olup bitmesi sanırım olayı naklen yayınlayan A Haber’in zorunlu kıldığı bir şeydi. Ama gecenin lehine olmadı. Zavallı Burcu Esmersoy bir mitralyöz gibi sanki nefes almadan konuşmak zorunda kaldı, her şeyde bir acele hissi uyandı. En ünlü oyuncular ödül konuşmalarını yaparken bile, arkadaki gümbür gümbür müzik hiç susmadı. İki yanda sahnedekileri yakın plandan göstermekle yükümlü dev ekranlar uzun süre çalışmadı.
En kötüsü belki geçen bir yılda bizim yitirdiğimiz değerleri anan o resimler geçidiydi. Öncelikle, eğer festivali Menderes Türel’in güzel konuşmasında altını çizdiği gibi uluslararası kılacaksak, yabancıların da bir ölçüde anılması gerekmez miydi?
Sonra ya o yanlışlar? Ali İpar oldu Ali İper. Bir dönemin yıldızı Oya Sensev oldu Şensev. Üstelik adı iki farklı resmiyle iki kez geçti. En tuhafı da yine bir dönemin seslendirme yıldızı Nevin Akkaya için Cahide Sonku resminin kullanılmasıydı. Ne ayıp!... Üstüne üstlük bu yanlışlıklar komedyası tam üç kez önümüzden aktı durdu.
Ama yine de ne geceydi!... Catherine Deneuve’ün ödülünü Türkan Sultan’dan alması ve bir ara sarılıp öpüşmeleri bizler için unutulmaz bir andı. Bir diğer onur ödülü alan efsane İngiliz oyuncusu Jeremy İrons ne kadar espriliydi, ne kadar mutluydu!...Birkaç söz ettiği Türkçesi pek iyi sayılmazdı!...Ama gerisi kusursuzdu.
Ve gecenin üçüncü yabancı konuğu, bir dönemin ünlü Amerikan starı Kathleen Turner... Artık o efsane güzelliği yoktu. Çok kilo almış, kendisini bırakmıştı. Ama bakışlarındaki alev ve konuşmasındaki heyecan ayniydi. Bu arada onun en uzun süreli yabancı konuğumuz olduğunu söylemeliyim: dün bir masterclass yaptı. Bugün de filminin sunuyor, sonrasında seyirciyle tartışıyor. Welcome Kathleen!...
İkinci gün bir kahvaltıda (ama saat 11’de başlayan bir kahvaltıda!) tüm bu insanlarla birarada oldum. Başkan Menderes Türel, festival başkanı Elif Dağdeviren, diğer görevliler, tüm yabancı konuklar ve birkaç talihli gazeteci ile birlikte...Unutmadan: Cassandra Gaviola da oradaydı. O da kim diyeceksiniz. O dünyaca tanınan bir menajer, birçok Hollywood ünlüsünün dış ilişkilerini yürüten bir aracı. Bir aralar gelen ünlüleri hep o getirmişti. Sonra işine son verildi. Anlaşılan parlak ve verimli bir dönüş yapmış!...
Tam karşımda özellikle American Beauty- Amerikan Güzeli filminde güllerle örtülü bir yatakta çıplak yattığı sahneyle hatırlanan Mena Suvari vardı. Ve 15 yıl sonra, hala çok güzeldi. “Gülleri hala seviyor musunuz?” dedim. Anladı ve gülüştük.
Başkanla da biraz konuştuk, eski günleri andık. Festivali geliştirmeye ve Antalya adı için başlı başına bir reklam aracı yapmaya kararlı gözüküyordu. Bunun için artık Altın Portakal değil, Antalya adı ön planda olacaktı.
Bu tavrını onaylıyorum kuşkusuz. Ama kolay değil. Bir tek örnek vereyim: Eğer onca yabancı ünlünün katıldığı bir kokteyl veriyorsanız... Ve eğer o güzel ve lüks mekanda bir damla içki bile servis edilmiyorsa...Bu olur mu?