Ne olağanüstü günler geçirdik/geçiriyoruz!.. 19 Mayıs’ın 100. yıl dönümü nasıl tahminleri bile aşan biçimde bu milletin Atatürk sevgisi, Kemalizm ilkeleri ve çağdaş demokrasi özlemine olan sonsuz bağlılığını gösterdi. Bir kez daha ve en görkemli biçimde...
Ve ayrıştığı söylenen bir toplum içinde ne güzel biçimde bir araya gelindi; en doğru hedefler ve soylu amaçlar yönünde birleşildi, ortak eylemler kararlılığında buluşuldu.
Ve bunların medyaya yansıması da kadar muhteşem oldu... Ben özellikle Cumhuriyet gazetesinin o 100 sayfalık özel sayısına hayran oldum. Benzer biçimde Sözcü’de Necati Doğru, Yılmaz Özdil, Uğur Dündar, Bekir Coşkun gibi yazarların yazılarını yine çok sevdim. 19 Mayıs günü özellikle NTV, CNN Türk gibi haber kanallarının gün boyu yaptıkları yayınlara da bayıldım. Bir milletin nabzı ancak böyle tutulabilirdi.
Ve artık adım gibi eminim: Gerçekten de, her şey çok güzel olacak!....
Bana gelince... Son günlerde sürekli Anadolu’yu gezdim/geziyorum. İlerleyen yaşıma, ağrılı dizlerime ve sürekli çalışmaktan gelen bitmeyen yorgunluğuma rağmen...
Çünkü bir yandan bu ülkeyi, bu toprakları çok seviyor, hâlâ her köşesini görmek ya da yeniden keşfetmek istiyorum. Öte yandan, yeni bir kitabım çıktığında yapılan ve kitabın promosyonu için gerekli olan davetlere de hayır diyemiyorum. Çünkü taş çatlasa sinema kitapları (ve adı sinema eleştirmenine çıkmış yazarların kitapları!) öyle çok satmıyor. Özellikle anılarımın önemli bir bölümünü yazdığım son kitabım Bir Ömürden Seçilmiş Tablolar için de öyle oldu. Gerçi bir ikinci baskı yapıldı, ama yine de...
Bu yüzden, Mardin ve Ankara’dan sonra Ayvalık davetine de hayır diyemedim. Hele bu çok güzel yöreyi en son ne zaman (çok, çok oldu) gördüğümü düşününce... Ve karşımda gerçekten hatırladığımdan da güzel ve özel bir yöreyle birlikte birçok can dostu buldum, unutulmaz anılar edindim.
Evet, birçok Ege yerleşimi gibi Ayvalık da yaşamı çok daha hoş kılıyor; insanı bağrında yerleşip yaşamaya çağırıyor.
Doğasıyla, koruduğu eski mimarisiyle, enfes güzellikte evleriyle, rengarenk sokaklarıyla, süslü dükkanlarıyla, candan insanlarıyla...
Ve bir bölümü İstanbul’dan göç etmiş, burada sanata, kültüre, ışığa yönelik işler yapan aydınlarıyla...
Böylece gelip kentin bağrındaki Orchis otele yerleştik. Burada (Allah’a şükür!) büyük bina olmadığı için hepsi butik otel olan o sevimli yerlerden birine...
Öncelikle sokakları bol bol arşınladık; renklerin cümbüşüne kapıldık, kentin eski kiliselerini ve sayıları 40’ı aştığı söylenen camilerinin en güzellerini ziyaret ettik.
Sonradan Saatli Cami adıyla Müslüman mabedi olan Aga Ianni Kilisesi çok güzel bir binaydı. Kilise çatısıyla zarif minarenin yan yana sanki flört ettiği...Ve tarih boyunca dinlerin buluştuğu bu kenti çok güzel simgeleyen... Saatli Cami, etrafındaki Antikacılar Çarşısı, Bitpazarı birlikte görülmeye ve bakılmaya değerdi. Oralarda Ayvalık Sanat Fabrikası Tiyatrosu, Folklor Araştırma Derneği, bizi davet eden yazar-çizer, eski filmci, aydın insan Ali Akdamar’ın yönettiği Destek Tasarım Akademisi gibi yerler vardı. Ayrıca sayısız atölye, galeri, stüdyo, konukevi, kahve ve lokanta ile birlikte...
Ali bey akademi binasının ortasındaki dağınık gözüken salonu çok-amaçlı bir merkeze çevirmişti. Zaten Uluslararası Tiyatro Festivali, Filiz Ali’nin yönettiği bir klasik müzik festivali, Azize Tan’ın yönettiği Film Festivali vb. etkinlikleri olan kentte sürekli klasik ya da çağdaş filmler (hatta Başka Sinema dağıtımı filmleri!), tiyatro oyunları sunuluyor ve Ayvalık’ı gerçek bir kültür merkezi yapıyordu. (Oynayan oyunlardan biri de Hamlet Efendi’ydi!). Umarım tüm bunların kıymeti biliniyordur...
Biz de İstanbul’dan gelen sevgili dostum, sinema profesörü Oğuz Makal ve Urla’dan gelen (artık oraya yerleşmiş) sinema yazarı Vecdi Sayar’la birlikte güzel bir sinema söyleşisi yaptık: Çok dikkatli, seçkin bir seyirciye... Ve ben biraz kitap imzaladım. Cumhuriyet Meydanı’na bakan iskele kıyısındaki eski gözdemiz Ayvalık Balıkçısı’nda da nefis bir yemek yedik. İlk kez ‘levrekli simit’ denen şeyi tadarak!..
Alibey Adası ve Cunda ayrı bir alemdi. Yazın sürekli gemiler kalkarmış, ama henüz başlamadığı için otobüsle gittik: yarımadayı karaya bağlayan çok şık bir köprüden geçerek... Önce eskiden Karantina denen sahil boyunca uzanan modern, ama zevkle yapılan sitelerin arasından geçtik. Anlaşılan büyük kent göçmenlerinin pek rağbet ettiği... Sonra eski Cunda’ya geldik. Ve gözlerimiz kamaştı. Yine eski evler, kıyı kahveleri, rengarenk dükkanlar, geniş pazar yerleri...
Ve de Rahmi Koç tarafından onarılarak müzeye dönüştürülmüş eski Taksiyarhis Kilisesi. Enfes bir neo-klasik yapı. 1873’den itibaren adanın çokluk Rum olan nüfusuna hizmet etmiş. 2014’de müze olmuş. Onarılmış freskleriyle, Koç ailesinin pek sevdiği motorlar, arabalar, tekneler vb. teknolojik eşyayla ayrı bir değer kazanmış...Hemen bitişik eski Agios Yannis kilisesiyse yanındaki değirmenle birlikte bir nostaljik kafe olmuş: Sevim ve Necdet Kent kitaplığını da içeren...
Yarın: Görülmesi Gereken Bir Yer: Yeni Truva Müzesi