Ertuğrul Özkök Salı günkü yazısında Fransız düşünürü Bernard Henri Levy’nin Cannes 2016’da gösterilen filmi Peşmerge için bir yazı yazdı. Hem onun filmle ilgili yazıp söylediklerini özetledi, hem de bundan yola çıkarak şu yargısını dile getirdi: “Ey Türkiye’nin Ortadoğu’da her gün hezimete uğramaktan bıkmayan ‘kırmızı çizgi’ bağımlıları...En geç iki yıl içinde bağımsız bir Kürt devletine hazır olun.”
Ben festivaldeki son günümde gösterilen bu filmi izledim. Bu nedenle üzerine bir şeyler yazmak istiyorum.
Levy’nin asıl adı Peshmerga olan filmi, 92 dakikalık bir belgesel. Levy hem yönetmiş, hem de ana çizgileriyle akışı, yani senaryoyu yazmış. Üç kişilik bir görüntü yönetmeni grubu da çekmiş, iki Fransız, biri Kürt.
Film tümüyle kuzey Irak’da çekilmiş. Bizlere Kürt savaşçılarının IŞİD’e karşı savaşımlarını anlatıyor. Değişik örgüt adlarını pek anmadan, sadece Kürt etiketi altında... Suriye’de olup bitenler üzerine kişisel bir yaklaşım belgeseli bu. Hareketli, sıcak, egzotik ve hayli sürükleyici.
Gösterimi festival başkanı Pierre Fremaux şöyle açtı: “Buradaki ve Fransa’daki tüm Kürtleri selamlıyorum.” Cannes’ın en büyük salonlarından olmayan Andre Bazin sineması oldukça kalabalıktı. Aralarında general rütbesine dek çıkmış Kürt subayları, Barzani ailesinden birkaç kişi, bir kadın kadın yüzbaşı, Kürtlerin Ümmü Gülsüm’ü veya Madonna’sı diye anılan Leyla Fariki gibi kişiler vardı.
Levy filminin son dakikada kabul edilip Cannes’da gösterilmesinin ‘Kürt savaşçılarının cesaret ve kahramanlıklarını bir tür tanıma jesti” olduğunu belirtti. Ve bu arada ayni festivalde tam 34 yıl önce, yani 1982’de Yol’la Altın Palmiye alan “büyük Kürt sanatçısı Yılmaz Güney”i de andı. Ne yazık kişisel olarak bu ilginç buluşmada hiç resim çekemedim. Çünkü makinamın bellek kartını lap-top’uma takılı olarak otelde unutmuştum. Bu da benim şanssızlığım!..
Peşmerge adlı filmin bizde de gösterilmesini dilerdim. Bizim aleyhimize hiçbir şey içermeyen, hiçbir yalan, abartma veya suçlama taşımayan bir belgesel. Levy peşmergelerin 1988’de Saddam Hüseyin’in kimyasal silahlarına hedef olduklarından beri gerilla savaşına alışmış bir halk olduğunu hatırlatıyor. Yer yer Yezidilere, bazen de Mesud Barzani’ye eğiliyor.
Ama en çok, bizzat savaşanları gösteriyor ve çarpışmalarda sıcağı sıcağına yapılmış kimi çekimlere yer veriyor. Kürt görüntü yönetmeni Ala Hoşyar Tayyip, çekimlerde patlayan bir bombayla sol kolunu yitirmiş. Sahneye öyle çıktı ve Levy tarafından özel biçimde övüldü. Kimi yabancı eleştirmenler, Levy’nin gösteriş merakını, 2012 yılında da Cannes’a Libya savaşı üzerine bir belgeseli yine son dakikada yetiştirip bir gizem havası yaratma huyunu eleştirdiler.
Ancak yaşayan en büyük Fransız felsefecisinin ezilen halkların ve acımasız savaşların sözcüsü olmasında ne sakınca var? Kuzey İrak’ta, özellikle Musul ve çevresinde haftalar geçirmesi ve ortaya böyle oldukça yansız ve etkileyici bir filmin çıkması başlıbaşına bir olay. Ve aydın sorumluluğu denebilecek şeyin bir diğer ve çarpıcı örneği.
Öte yandan, yine Özkök, Levy ve ekibinin daha sonra Elysee Sarayı'na katılarak Cumhurbaşkanı Hollande tarafından kabul edildiğini de yazıyor. Ve yine Levy’nin “terörizme karşı gerçek cephe” tweet’ini anıyor.
Şimdi... Öfkelenecek yerde duruma makro bir bakış atmaya çalışalım. Fransızların tarih içinde, daha 1789 yılındaki devrimle monarşilere karşı halk isyanını başlattığını unutmayalım. Gerçi o devrim sonradan bir iç kavgaya ve kıyıma dönüştü ve ülkenin başına yine bir imparator geldi. Avrupa’yı kana bulayan Napolyon Bonapart. Her ülkenin kendine göre tek adam tutkunları, imparatorluk meraklıları oluyor. Ve gelip tarih onları sahne dışına atıncaya dek, yapacaklarını yapıyorlar.
Ama Fransa o devrimi, onun “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” ana sloganını ve temel mantığını hiç unutmadı. Yüzyıllar boyu hangi ülkede özgürlüğü ve bağımsızlığı için savaşan bir halk varsa, onun yanında durdu. Bizim kurtuluş savaşımızda da ilk başta işgalcilerin arasında yer aldıysa da, sonradan Mustafa Kemal’in adıyla birlikte Anadolu İsyanı başlayınca, hemen ona destek çıktı. Unuttuysanız, hemen açın, Claude Farrere veya Pierre Loti okuyun, göreceksiniz.
Bunu yazarken, Fransa’yı sütten çıkmış kaşık göstermiyorum. Emperyalizme bulaşmış her ulus gibi Fransa da her haltı yemiştir, Cezayir’in başkaldırısını bastırmanın bir tür soykırım olduğu da yazılıp çizilmiştir.
Ama Fransa bir dönemde ekonomi ve kültürünü empoze ettiği ülkelere sonradan gerçek bir baba gibi davranmış, hepsine bağımsızlıklarını verdiği gibi, hep belli bir koruyucu tavır takınmıştır. Mağrip’ten başlayarak birçok Afrika ülkesi başta olmak üzere... fGerçi bir dönemde bağımsızlık diye tutturan Korsika adasına öyle davranmadı. Ama orası bir bakıma anavatandı. Ve olay gelip anavatana dayanınca işler değişiyor. Kimsenin, hiçbir iktidarın veya rejimin anavatandan bir karış toprak bile vermeye yetkisi ve hakkı yok.
İşte meselenin özü bu. Sizler yanıbaşınızda belki yarın, belki yarından da yakın önünüze gelecek bir bağımsız Kürt devletinin adını bile duymak istemiyorsunuz. Oysa bu gerçek ve büyük bir olasılık.
Ama siz, ayrıca kendi vatanınızda bile barışı ve güveni sağlayamıyorsunuz. Tüm Kürt örgütlerini, hiç ayrım yapmadan ve dış politika konusunda en küçük bir gerçekçilik bile edinmeden, tıpatıp ayni kaba koyuyor, kürtlere karşı genel bir savaş yürütüyorsunuz. Seçilmiş milletvekillerini topluca önce meclis dışına, sonra hapse atmayı hayal ediyorsunuz.
Ve her gün gözünü ölüm haberleriyle açan bir toplumda, bizim şehitlerimizin onlu sayılarda, onların ölümlerininse yüzlü sayılarda olmasını bize bir teselli diye sunuyorsunuz. Yarın onlarınkiler binlere, bizimkilerse yüzlere tırmandığında da aynı şeyi mi yapacaksınız?
Peki hiç ölümün olmadığı bir siyaset aklınıza gelmiyor mu? Fransa’dan İngiltere’ye, İspanya’dan Portekiz’e veya İtalya’ya (bir dönemin kuzey-güney ayrılması istekleri), benzer sorunları barışla, diyalogla ve anlaşmayla çözen ülkelere biraz eğilsenize...