Cannes 2018 geride kaldı. İyi ve kötü anları, irili-ufaklı skandalları, onaylanan veya eleştirilen ödülleri, evrensel kırmızı halısıyla...
Bizim için en önemlisi, Nuri Bilge Ceylan’ın ödül alamadığı halde en çok alkış alan ve tüm dünya eleştirmenlerince ağız birliğiyle övülen filmiydi kuşkusuz.
Ama aslında birçok açıdan yenilikler içeren olaylı bir festivaldi. Örneğin yıllardır ilk kez, uluslararası basının bir ayrıcalığı olan filmleri herkesten önce görme imkanı kalktı. Bize yansıyan-yansımayan birçok aksaklık da yaşandı.
Bu yazıda önce bir Fransız’ın kaleminden festivali yaralayan kimi hatalar ve eksiklikleri duyurmak istiyorum.. Yazı Türkiye’de, başında dostlarım Hüseyin Latif ve Mireile Sadege’in bulunduğu bir ekip tarafından Fransızca olarak çıkarılan ve birçok ‘francophone’ ülkede de yayınlanan periodik Aujourd’hui La Turquie- Günümüzde Türkiye gazetesinde Charlotte Lelouch imzasıyla çıktı. Cannes 2018: Un Festival de Vanites- Bir Kendini Beğenmişlikler Festivali adıyla...
Ve şöyle diyor yazar:
“Bu diğer Cannes şenlikleri gibi değildi. Sanki birçok gelenek silindi, alışkanlıklar törpülendi.
Bir festival varlığını sürdürmek istiyorsa, bunu seyirciye yaklaşarak ve onunla çok şeyi bölüşerek yapabilir. Ama bu yıl festival, yukardan bir bakışla, yönetmenler, oyuncular ve halk arasındaki bu leziz buluşmayı sanki engelledi.
Bunun bir zirvesi, kırmızı halıya yaklaşma şansını yakalayan az sayıdaki sinemasevere getirilen ‘selfie’ yasağıydı. Elbette bu yasak sinemanın soyluları ve dokunulmazlık sahipleri için değildi!...
Başında Cate Blanchett’in bulunduğu jüri, sanki siyasetten çok glamour’u (yıldızların ışıltısı) savundu. Örneğin kimileri Harvey Weinstein’in taciz olaylarını eleştirirken, Kristen Stewart gibi bir yıldız protokol basamaklarını yüksek topukla çıkmaya mahkum edilen kadınların durumunu protesto etmek için çıplak ayak yürümeyi seçti!..
Ayrıca Edouard Baer tarafından sunulan kapanış töreni, geleneksel büyüsünü kaybetmiş gibiydi. Bomboş geçen anlar, genel bir tedirginlik yarattı. Kazananlar yıllardır filmlerinden küçük bölümler eşliğinde açıklanırken, bu yıl sadece jüri başkanı Cate Blanchett’in ağzından öğrenildi. Onlara ödüllerini veren ünlülerin ağzından açıklanma geleneği bile unutulmuştu.
Hiçbir gerilim yoktu, hiçbir büyü kalmamıştı. Bu tören tarzını hemen unutmak gerekiyor.
Ve olayın ünlüler-arası bir oyun değil, sinemayı seyircisiyle buluşturan bir etkinlik olduğu hep akılda tutulmalı”.
Ama bizim açımızdan önemli bir olay, giderek bir skandal basına hiç yansımadı. Doğrusu öğrenince ben de yazmakta duraksadım. Ama yukardaki yazıyı görünce karar verdim. Bir Fransız bile anlı-şanlı festivallerini böylesine eleştirirse... Bizim için ayrıca önemli olan bir olayı nasıl yazmazdım!..
Cannes’da bu yıl Nuri Bilge ve kalabalık ekibinden gayri, yeni projesi Black Box’la Cinéfondation’un ‘Atölye’ programına seçilen Aslı Özge ve de FİPRESCİ- Uluslararası Sinema Yazarları Federasyonu Jürisi’ne seçilen sinema yazarı Kerem Akça vardı. 85 yıldır varolan FİPRESCİ’nin üç ayrı dalda verdiği ödüller büyük saygınlık taşıyor.
Ancak hemen öncesinde büyük bir talihsizlik yaşandı. Ve Akça, İstanbul Film Festivali’nde en iyi film ödülü kazanan Borç filminin yönetmeni Vuslat Saraçoğlu’nu ve ödülünü ağır biçimde eleştirdi. “Yarışmanın en zayıf halkası Borç’a verilen ödül, (görüntü yönetmeni) Gökhan Tiryaki’siz bir hiç olduğunu kariyeri boyunca ispatlayan Pelin Esmer’in yeni Pelin Esmer’ler yaratma çabası olarak algılanabilir” diye bir tweet atarak!..
Bu laflar elbette hiçbir biçimde savunulamazdı. Ve hak ettiği tepkiyi gördü. Sinemayla uğraşan 150 kadın sanatçımız “Sinema yazarlarının ayrımcılığından, tacizkâr dilinden usandık” diye açıklama yaptı. Ayrı bir bildiri de kadın-erkek bir başka grup sanatçımızdan geldi.
Olay elbette Akça’nın üyesi olduğu bizim SİYAD- Sinema Yazarları Derneği’nin önüne de geldi. Ve toplanan yönetim kurulu şöyle bir açıklama yaptı:
“Eleştirinin en sert olanını yapmak da eleştirmenin en doğal hakkıdır. Ancak eleştiri asla hakaret olamaz; cinsiyetçi, ırkçı, emek düşmanı ve benzeri söylemler sert eleştiri kapsamında değerlendirilemez.
Özellikle kadın düşmanlığının bu kadar sıradanlaştırıldığı ve meşru görüldüğü bu ortamda, bu tür ayrımcı ve cinsiyetçi söylemleri hafife almak toplumsal sorumluluğa aykırıdır. Derneğimizin en yakın genel kurulunda, bundan böyle sinema yazınının ayrımcı söylemlerden arınması için gerekli adımları atmak üzere konuyu ciddiyetle ele alıp tartışacağımızı kamuoyuna arz ederiz”.
Bu kadarı iyi, güzel. Bu açıklamaların tümüne ben de katılıyorum. Zaten Akça da kamuoyu önünde özür diledi.
Ama bakınız, sonra neler oldu....SİYAD yemedi-içmedi, festivale bir-iki gün kala olayı Cannes ilgililerine duyurdu. Ve Kerem Akça’nın SİYAD’dan atıldığı gerekçesiyle FİPRESCİ jürisinden de çıkarılmasını talep etti.
Bilinene göre emektar ve saygın Fransız sinema yazarı Michel Ciment, olaya bizzat el atarak Akça’yı jüriden attırdı. Ama olay öylesine son dakikada yaşandı ki, Akça hiçbir şeyi iptal edemeden Cannes’a gitti. Orada yaşadığı cehennemi düşünmek bile istemiyorum!..
Şimdi... Dediğim gibi, olayın hafifletilecek yanı yok. Borç filmini görmedim. Ama o ne korkunç kıyaslama!... Kendi adıma, Pelin çok sevdiğim bir yönetmendir. Gözetleme Kulesi’ni 100 Yılın 100 Türk Filmi kitabıma almış, son filmi İşe Yarar Bir Şey’e de bayılmışımdır.
Ama Kerem’i tanırım. Kendine özgü bir insan, ayrıksı bir sinema yazarıdır. Kimselerin yüzüne bakmadığı filmleri baş tacı eder; herkesin bayıldıklarını iplemez. Hep biraz “şeytanın avukatlığı”na soyunur. Hep marjinal ve Agah Özgüç’ün deyişiyle orijinaldir. Sanırım hep de öyle kalacaktır.
Aslında bu tür insanlar dünyamızı renklendirirler. Ve farklılıklarıyla ortalığa neşe saçarlar. Ayrıca bizleri farklı bakmaya da iterler. Ama elbette kimi sınırları aşmamak kaydıyla...
Akça bu kez sınırları aştı. Ve cezasını en ağır biçimde çekti. Ama bunu yapanlar, yani bir Türk yazarını onları hiç ilgilendirmeyecek, tümüyle bize ait bir sorundan ötürü dışarıya jurnal ederek uluslararası bir jüriden attıranlar...Merak ediyorum: acaba geceleri rahat uyuyacaklar mı?
Kerem Akça zaten çoktan pişman olmuş, özrünü dilemişti. Ve duyarlı bir insanı kahredecek biçimde cezalandırılmıştı.
Ama şimdi Türkiye, Cannes tarihine kendi yazarını jüriden çıkartan tek ülke olarak geçecek. Benzeri belki Sovyetler döneminde filan olmuştur. Ama modern tarihimiz içinde asla olmadı, olamaz da...
Ve olasılıkla bundan sonra Cannes bizden jüri üyesi istemeye çekinecek. Hangi festival, hem de son dakikada empoze edilen bu tür değişiklikleri ister?
Beni bilenler bilir. Milliyetçilik anlayışım son derece ölçülüdür, hiçbir aşırılık içermez. Ama benim milliyetçiliğime bile onca ters gelen bu yapılanlar, nasıl yenilip yutulacak? Kadınlara saygı elbette çok önemli, saygısızlık da bağışlanamaz. Ama jurnalcilik de bir erdem sayılabilir mi, bağışlanabilir mi?
Altını çizerek söylüyorum. Cannes dünya sinemasının sanat açısından en önemli yıllık buluşmasıdır. Orada önemli ve gelenek olmuş bir yarışmanın jürisinde yer almak bir başarıdır. Böyle bir fırsatın ülkemizdeki çok önemli olsa da farklı bir tartışma uğruna heba edilmesi yazık olmuştur. Bunu yapmak belki Recep Tayyip Erdoğan’ın “yerli ve milli” zihniyetine yakışır. Ama olaya uluslararası bir çerçeveden bakmak zorunda olan bir kuruma hiç yakışmamıştır.
Bunları yazmamın bir nedeni de SİYAD’ın bu dönemdeki yönetim kurulunun ilk marifeti olmaması. Benzer bir şeyi bir Antalya festivali sonrasında, uluslararası FİPRESCİ’nin ilk kez seçilmiş başkanı olmayı başaran yazarımız Alin Taşçıyan’a da yaptılar. Ve en küçük bir hatasında onu tukaka ediverdiler. Ayrıca son dönemde örgütten çıkarılan başka isimler de oldu. Hepsinin ‘günahları’ tartışılabilir!...
SİYAD yönetimi bu rövanşist, kindar ve hoşgörüsüz yönetimden, bu eski Yeşilçam ağzıyla ‘ben asla affetmem’ tavrından bir an önce vazgeçmeli. Tüm üye arkadaşlarımı da bu konuda düşünmeye çağırıyorum.