Son dönemde okuduğum birkaç kitaptan söz etmek istiyorum. Hepsi farklı türlerde olan ve bence hepsi uzun uzun anlatılmayı hak eden... Ama ben biraz özetlemeye çalışacağım.
Çıkış tarihi olarak en eskisi Oya Baydar'ın 80 Yaş - Zor Zamanlar Günlükleri. (Can Yayınları, Şubat 2021). Bu bir anılar kitabı. Ama roman gibi okunacağına kalıbımı basarım!..
Kitap aslında 1940 doğumlu yazarın 80. yaşı için yazmak istediği anıları olacakmış. Ama birden Covid-19 olayı bastırınca, onun deyişiyle şöyle olmuş: "80 yaşımla Korona günleri örtüştü.
80 Yaş Günlükleri, Korona Günlükleri'ne dönüştü. Aslında Kaygı Çağı Günlükleri de yakışırdı!"...
Baydar, bilinir, zaten iyi tanınan, çok okunan bir yazar. T24'teki yazılarını kendim adına yutar gibi okurum; özellikle benimkilere çok yaklaşan (ama elbette daha ustaca yazılmış) ırkçılık karşıtı görüşlerini baş tacı ederim. Özellikle Kürt sorunu üzerine hiç taviz vermeden yazan belki en cesur kalemdir -tüm erkeklerden bile...
Kitapları da önemlidir ve kalıcıdır. 1990'lardaki Elveda Alyoşa'dan başlayarak Sıcak Külleri Kaldı, Kayıp Söz, O Muhteşem Hayatınız, Surönü Diyalogları, Köpekli Çocuklar Gecesi ve diğer kitapları, bir okundu mu bir daha akıldan çıkmayan eserlerdir.
Bu son anılar kitabı, onun, eşi Aydın Engin'le birlikte, başlayan Korona belası nedeniyle İstanbul'dan kaçıp sığındıkları Marmara adasındaki günlerini anlatıyor. Oradaki yaşamları, hayatı mücadeleyle geçmiş, kendini yürekten solculuğa adamış, 12 Mart ve 12 Eylül'de çok çekmiş, hatta 12 Eylül'den sonra tam 12 yıl yurtdışında, Almanya'da sürgünde kalmış bir yazarın tam olgunluk çağında çektiklerinin dökümü. Gündelik notlar şeklindeki yazılar yalnızca yaşanan sıkıntıları, çekilen azapları, arada uğrayan dostları, nadir sevinç ve umut anlarını gayet sıcak bir dille anlatmakla kalmıyor. Yer yer onun eşsiz sosyolog - toplumbilimci yanını da ortaya koyuyor. Zaten İstanbul Üniversitesi'nde aldığı eğitim de bu: Sosyoloji. Tek bir örnek vermem gerekirse, Kendi Akvaryumumuzun Dışına Çıkmak Ne Kadar Güç başlıklı yazı, onun ülkemizdeki laik-muhafazakâr çekişmesi tarihi üzerine kısacık bir yazıda gayet açıklayıcı bir özete dönüşüyor.
Ayrıca bol okuyor ve okuduklarını da yazıyor. Örneğin Gabriel Garcia Marquez'in Kırmızı Pazartesi'den Kolera Günlerinde Aşk'a tüm o ünlü romanlarını eleştirirken, kendi kitaplarına da ciddi bir bakış attığını görüyoruz. Bu arada Türkan Şoray'ın bir konuşmasında, onun Sıcak Külleri Kaldı romanını "okuduğu en iyi aşk romanı" olarak nitelediğini de öğreniyoruz!..
Bu kitap, görüldüğü gibi bilinen türde bir anılar toplamı değil. Daha çok uzun bir yaşamın çok spesifik, çok özel bir döneme yakından bakışı: günü gününe tutulmuş notlar aracılığıyla... Böylece hepimizin, her düşünen beynin son dönemde yaşadıklarının aklı, bilgisi, bilinci kadar sözcükleri ve dilimizi de en iyi biçimde kullanan usta bir kalemden yansıması. Üstelik onun bir kadın olması, bakışına çok özel incelikler de katıyor. (Umarım aynı sularda kürek çektikleri eşi ve ideal arkadaşı Aydın Engin bu teşhisime kızmaz!)
Evet, şu pandemi olayına ve onun hepimizi -ama özellikle 65 üstüleri- neredeyse fıttıracak hale getiren serencamına çok özel, çok bilgili, yer yer çok şiirsel bir bakış, bu kitap... Okuyanlara çok şey kazandıracak... Onun gerçek anılarıysa sırasını bekliyor. Geciktirdiği Yazarlarevi Cinayeti adlı polisiye ile birlikte... Ki anıları için şöyle diyor: "Bundan sonra günün karanlığına inat, geleceğin filizlerine, o çoban ateşlerine yoğunlaşacağım. Söz veriyorum: 90 yaş günlüklerim daha iyimser ve umutlu olacak." Bekliyoruz, sevgili Oya...
Bekliyoruz, sevgili Oya...
Değerli yazar, önemli müzik insanı Zülfü Livaneli'nin son kitabı Balıkçı ve Oğlu (İnkilap, 2021) 127 sayfalık bir kısa roman ya da bir uzun hikâye. Ama öylesine dokunaklı, öylesine günümüz gerçekleriyle iç içe ve öylesine tema zenginliği içeriyor ki, söylenecek tek bir sözcük var: şapka!..
Romanın ana kişileri balıkçı Mustafa ve eşi Mesude. Tek çocukları Deniz'i ne yazık ki denizde kaybetmişler. Baba-oğul çıktıkları balık avında birden patlayan fırtına Deniz'i alıp götürmüş. Bu yüzden mutsuz bir karı-kocaya dönüşmüşler.
O sıralarda denizlerimiz bir başka belayla kaynamaktadır: çeşitli ülkelerden Batı'ya gelen ve birçoğu en kötü koşullar içinde kıyıya çıkamadan ölüp giden göçmenler...
Ve bir gün, Mustafa'nın ağlarına bir ceset ve bir de ölmek üzere olan bir bebek takılıyor. Yasalar gereği ölüyü gerekli makamlara bildiriyor. Ama hayata döndürdükleri bebek için aynı şeyi yapamıyorlar. Ve onu sönmüş ocaklarının yeni umudu olarak herkesten saklıyorlar.
Ama nereye kadar? Hele bebeğin gerçek annesi olan Afgan kadın ortaya çıkıp çocuğunu isteyince... Araya uzakta yaşayan akrabaları, naif bir aile entrikası ve başka şeyler giriyor. Ve bu acılı hikâye beklenmedik yollara sapıyor.
Kitabı derin bir hüzünle okudum. Bir yandan çağın en büyük trajedilerinden biri olan göçmen olayı. Öte yandan ana-babalık denen o ebedi ve ezeli olayın üzerine kurulu özgün bir dram. Benim aklıma -çok farklı yollarda gitse de- Ernest Hemingway'in ölümsüz romanı İhtiyar Adam ve Deniz'i getiren... İnsan ve deniz ilişkisine ustaca yaklaşmaları açısından... Zaten Livaneli de kitabın sonunda yer alan söyleşisinde Hemingway'i "hayran olduğu yazarların başında" sayıyor.
Livaneli şu günlerde, malum, politikaya el atan kimi sözleri yüzünden eleştiriliyor. Olabilir, elbette ünlülerin her dediği kamuoyunda tartışılabilir. Ama keşke şu kitabına da eğilinse ve üzerinde ciddi eleştiriler çıksaydı... Ben pek göremedim. Ona yeni kitaplarında ve yeni bestelerinde başarılar diliyorum.
Yakında başka kitaplarda buluşmak umuduyla...