Halk dediğimiz nedir? Ekseriyet. Bizim memlekette eğitimli kesim diğer ülkelerde olduğundan biraz daha fazla ayırır kendini kitleden.
Solcular bile 'halkımız' muhabbeti yaparak kendilerinden ayrı bir yere koyarlar halkı. Halk çağrıya kulağını tıkayandır, kendi küçük bencil dünyasında yaşayandır. Ankara'daki üniversite yıllarımda kulaktan kalağa dolaşan bir goşist hikâyesi vardı. Gece yazıya çıkan bir devrimci tam da duvara "Halk…" ile başlayan bir slogan yazarken yakalanmış. Polis sorgusunda "Peki, halk nerede?" diye sorunca "Ne yapayım? İ…ne halkımız uyuyor." demiş.
Hem komik hem de doğru gelir bana bu düşünce. Ama bu son haftalarda benim duygu/düşünce iklimim de savrulup durdu milyonlarla birlikte. On binlerce insan depremin sabahında kendi olanaklarıyla, kendi araç gereçleri ile yollara revan olunca, Türkiye'den binlerce insan bir taş da ben kaldırayım diye ilk uçağa atlayıp gelince, yani insanlar hiç düşünmeden genelde yaptıklarının tam tersini yapıp tehlikeye doğru koşunca…
Koşanlar içinde yeni doğmuş küçücük bebeğini bırakıp karavan kiralayıp hayatında hiç gitmediği Hatay'a giden genç bir adam tanıyorum. Sivillerin, gönüllü olarak akın akın bölgeye koşmaları hem de yatacak yer, yiyecek yemek olmadığını bilerek gitmeleri şaşırttı, umutlandırdı…
Halkımız bu sefer elini taşın altına koydu…
Şövalye gibi gelip insanların yüreklerine su serpen kahraman madencilerimiz ve diğer görevliler bölgeye yönlendirilmeden depremzedelerin yardımına iki gün boyunca sadece gönülleler koştuğuna göre,
Kollektif bir varlık olduğumuzu mu anladık? Micro hayatımızı macro amaca mı uyumladık? Yaşadığımız riske mi uyandık?
Distopik bir umut ile düşüncelerin ve devletin sınırını yeniden düzenleyebilir miyiz?
Yoksa sadece duygusal olduğumuz için mi koştuk?
Neden kelimesi sonsuz bir matruşkadır. Açtığımız her kapağın altından başka bir "Neden?" sorusu çıkar. Bu nedenlerin adresi bu sefer çok açık; devlet/ belediye/müteahhit iş birliği. Katil belli yani. Satanlar kent suçluları, alanlar kent sorumsuzları.
Müteahhitlerin adı belli de diğerlerinin değil mi? İstifaları için yükseltemez miyiz seslerimizi?
Yükseltmemizi ne engelliyor? Herkesin kendi kanalına kilitli olması mı?
Can Selçuki geçtiğimiz günlerde kıymetli bir araştırma paylaşmıştı. Siyasi liderlerin çıktığı programları izleyenler üzerinden toplanan verilere göre Erdoğan'ı izleyen izleyici kitlesinin yüzde 89'u, sadece Erdoğan'ın çıktığı yayınları izliyor. Diğer liderlere bakmıyor. Emek ve Özgürlük İttifakı liderlerini izleyen kitlenin televizyonlarda Halk TV'nin açık kalma süresi yükselirken Millet İttifakı liderlerini izleyen kitlede FOX TV öne çıkıyor. Cumhur İttifakı'nda ise ATV açık ara önde.
Erdoğan'ı seyreden kitlenin yüzde 89'u diğer hiçbir liderin katıldığı programı seyretmemiş.
Ama bu araştırma Aralık sonunda, betonun altında kalmadan önce yapılmıştı. Çocuğunun, annesinin, akrabasının, arkadaşının sesini duyup ona ulaşabilecek tek bir görevlinin olmadığını, tüm yaşamının bir çöp poşetine girdiğini görmeden önce...
Şimdilerde oluşan bu ortak duygu ikliminde müşterek akıl kullanarak artık bu sömürüye geçit vermememiz gerekiyor. Bunun şimdilik önemli aşamalarından biri ellerini iştahla ovuşturduklarını gördüğümüz inşaat/devlet/belediye iş birliğine karşı çıkmak.
Görünen o ki, İstanbul'da da depreme dayanaksız binaların yanında rant kavgasına, yeni bina avına düşülecek, yeni binaların çok yüksek tutulduğunu ve deprem açısından büyük bir mukavemet sorunu yarattığını bilerek…
Hayatımın büyük bölümü Bağdat Caddesi'nde, Göztepe'de geçti. Caddede yönetmelik dört kat olduğu halde delindi ve 80'lerdan itibaren 10 kat, 2000'lerden itibaren ise 20 katlara kadar ulaşıldı. Yeni binalardaki arkadaşlarım korku içindeler. Binalar hem çok yüksek hem de son derece ince duvarlı yapılmış. Değil depreme karşı güven duygusu vermek, uyumayı bile imkansız kılıyor.
Yani 99 Depremi'nden sonra da hep birlikte gördük ki insana değil, inşaata yatırım yapıldı. Caddenin o çok bilmiş kitlesi de 'değerinin' yükseldiğini düşünerek güle oynaya kabul etti.
İstanbul mimarisini hatırlayan var mı? Üç/dört katlı ahşap evleri. Niye ahşap? İstanbul sismik bölge olduğu için.
Bu depremin milat olmasını diliyorum. Bu deprem ile kime güvenebileceğimizi gördük. Patronların, madencilerin attığı tırnak olmadığını, arama köpeklerinin kılından daha az kıymetli olduklarını... Köpek demişken, enkaz altında hayatını kaybeden sevgili Proteo'nun ölüm haberi Meksika'da da gazetelerde birinci sayfadan siyah puntolarla verildi ve itfaiyeciler bir dakikalık saygı duruşunda bulundular. Geçtiğimiz günlerde de askeri tören düzenlendi.
Dünyanın önemli fütüristlerinden fizikçi Kaku, "Zeka geleceği görmektir." der. Geleceği görebilen bir devlet adamımız olmadığını anladığımıza göre toplumsal hareket almamız, yüz bine yakın insanı (belki daha fazla) ölüme götüren tüm kurum ve kuruluşlardan hesap sormamız ve unutturmamız gerekiyor.
Artık TV önünde belki bir canlı çıkarılır diye beklediğimiz Aydın Apartmanı vd. kalmadığına ve insanı utançtan yerin dibine batıran sadaka şovlara başlandığına göre suç duyurularına da başlama zamanı geldi.
Son günlerde acının yanında en çok duyduğumuz sözcük "unutmayalım" oldu.
Bu sefer gerçekten unutmamamız gerekiyor. Kişiler unutabilir, kurumların unutmaya hakkı var mı?
Ne kadar unutkan olduğumuzu Memetcan Demiray "Pencere Gazetesi"ndeki nefis Pazar yazısında anlatıyor:
1939'un Aralık ayı millet zam yağmurundan perişanken ,vurgunculukla mücadele komisyonu kurulmuşken, Şevket Rado milli piyango ile halkın zengin olma rüyalarını anlatırken halk büyük bir zelzeleye uyanıyor, Erzincan 01.57'de 7,8 şiddetinde bir deprem ile yıkılmıştı. Rasathane'nin fenni aletleri bile kırılmıştı.
Son Posta'da Falih Rıfkı Atay "Vatandaş, yardıma koş!" diye başlık atmıştı. Gazeteler herkesi göreve çağırıyordu, ulusal seferlik ilan edilmişti. Hava aşırı soğuktu, Bursa'da sel baskınları yaşanıyordu, yardım için yola çıkan trenler kardan dolayı ilerleyemiyordu.. Halk bağış yapmaya çağırılıyor, Kızılay kullanılmış fanilaların bile kabul edileceğini açıklıyordu. Zelzele profesörleri fay hatlarına dikkat çekiyorlar, Marmara, Maraş konusunda uyarıyorlar, "Zelzele hattı geçen yerlerde imar işlerine hususiyet göstermeli." diyorlardı.
Akşam'da Hikmet Feridun Es de Erzincan Depremi'nin bize ders olacağını düşünüyordu ama mimar Sedad Çetintaş karamsardı. Betonarmenin bir ihtisas işi olduğunu yazıyordu. Peyami Safa köşesinde ısrarla deprem ile eğitim arasındaki ilişkiyi ele alıyordu.
Geçtiğimiz günlerde İtalya ve Almanya'da "Hatırlama Günü"ydü. Faşizmden geriye ne kaldığının hesapları saçıldı ortaya her yıl olduğu gibi.
Malumunuz Hitler 1933'te seçimleri kazanarak 'demokratik' bir yol ile iktidara gelmişti. Alman seçkinleri onu bir palyaçodan biraz daha fazlası olarak görüyorlardı ama askeri darbe söylentileri vardı. Bunun önünü kesmek için oy vermekte beis görmemişlerdi. Yüzde 33 gibi düşük bir ekseriyet ile kazanmıştı Hitler. Eco'ya göre bireyin devlete ve onun ideolojisine karşı gösterdiği kibirin bedelini ağır ödemişti Avrupa. Bu kibir yüzyılın kötülüğünün önünü açmıştı.
Sonuç malum.
Bugün kahverengi gömleklilerin geçit töreni yaptığı Wilhelmstrasse boyunca en sık rastladığınız şey, kebapçılar, pizzacılar, Çin restoranları ve marketler. Hitler'in yaptırdığı, bombalarla yıkılan Başbakanlığın bulunduğu alanda ise şimdi 6 milyon Musevi için yükselen Soykırım Anıtı bulunuyor.
Almanya'da Nazi sembollerini taşımak -asmak bile suçken- İtalya'da faşist semboller her sokağın köşesinde duruyor neredeyse. Alman sanatçı Gunter Demnig'in girişimiyle başlatılan proje ile Nazi imha kamplarına sürülen vatandaşların evlerinin girişine yerleştirilen doğum - ölüm tarihlerinin yazılı olduğu binlerce küçük pirinç levhalar yerleştirildi. Bu levhalar her an karşına çıkabilir. Üzerine basmamak için dikkat etmen ve düşünmen gerekiyor.
Almanya'da Nazilik kırmızı çizgiyken İtalya olayı farklı ele alıyor. Berlusconi ile birlikte faşizmi gümrükten geçiren İtalya faşizm döneminden kalan tarihi binaları, mimari yapıtları yıkmadı, sokak isimlerini değiştirmedi.
Bu Musevi mahalleri için de böyle. Ne bir işaret ne bir plaka. Her şey öyle duruyor. İtalyanlara göre 'kötü'yü sınırlamak, tanımlamaya çalışmak kolay bir yol. Almanların Nazileri tek kötü ilan ederek ordunun bu süreçteki büyük payını, halkın suç ortaklığını örtbas ettiklerini, indirgediklerini düşünüyorlar.
Ferrara'daki Yahudi Müzesi'nin müdürü İtalya'da binaları yıkmamalarını hatırlama vesilesi ve ibret olarak kabul ediyor.
Tarih ve hafızayı birleştirmek için kalbe akılla dokunmak gerekiyor. Bu olayların öyküsüne gerçeklerin, verilerin eşlik etmesi demek. Kent suçlularına karşı kent sorumluluğu ile karşı koymalıyız.
Yıkılan binaların yerine yenileri yapılırsa girişe enkaz altında kalanların adını yazmalıyız. Böylece unutmayız.
20 yıllık AKP iktidarı boyunca yapılan haksızlıklar kadar yıkılanların listesi de çok uzun. Yok edilen binalar, kültür sanat kurumları başka bir yazının konusu olacak.
Şu andaki önemli görevlerimizden biri suç duyuruları ve kamusal alanda hafızayı nesilden nesile aktarabilmek için kayıtları iyi tutmak.
Hannah Arendt'in dediği gibi; "KİMSENİN İTAAT ETME HAKKI YOKTUR!"