Sadece birkaç gündür evdeyiz ve sayfa sayfa araştırmalar yayınlanmaya başlandı. Evde nasıl vakit geçirilir, boşanmadan bu süreç nasıl atlatılır diye... Malum, Çin'de ev hapsinin bitiminden sonra boşanma patlaması yaşandı. Dün baktım günlük gazeteler uzman görüşlerine başvurup bir dizi öneri getirmeye çalışıyorlar: Pozitif olun, dayanmaya çalışın, bir eleştiriyi iki olumlama izlesin falan. Yok, dolaplarınızı temizleyin, kirli çamaşırlarınızı atın. Film, kitap önerileri zaten havalarda uçuşuyor... İtalya'da da durum farklı değil. Tabloid gazeteler, devlet televizyonu Rai evde neler yapılabileceğini, nasıl "katlanabileceğimizi" anlatıp duruyor...
Demek ki, evde ne yapılacağını unutmuşuz. Ev bir yerden gelince güzel, evde yaşamak, üretmek başka bir yüzyıla ait bir durum gibi. Çünkü eskiden hayat evde geçerdi. Salah Birsel ve birçok başka düşünür, yazar, şair ömürlerinin çoğunu aynı sokakta ve evde geçirmişlerdi.
Ev aslında 21. yüzyılın en büyük simülasyonlarından biri. Neredeyse bütün kötülükler "Ev" için işlendi, işleniyor. Örneğin, Türk Basını genel yayın yönetmenlerinin bahçeli ev ideolojisi yüzünden bitti. Sonra mı? Sonrası malum...
Bu Ev'i yüceltme meselesi de yeni bir durum değil tabii ki de. Yüzyıllar boyunca gücün ayrıt edici unsuru olarak kabul görmüş ev. Nobel alanların büyük bir bölümünün ilk yaptığı iş Toscana'da ev almak mesela... Yeni olan, bunun kitleselleşmesi ve 3. Dünya görgüsüzlüğü. O kadar ki, birçok Türk dizisinde baş rol eve veriliyor artık...
Yani aslında bu gök kubbe altında yeni bir şey yaşanmıyor. Mikrop meselesi de öyle. Her yüzyılın mikrobunun adı ayrı ama konsept aynı. İnsan'a esas çatının evren olduğu, onun da yükümlülükleri olduğu bir vesile ile hatırlatılıyor işte. Program bu zaten. Dersini yine çalışmadın, otur sıfır.
Yine dönemin bir özelliği olarak aşk da dekor istiyor. Veba döneminde geçen birçok aşk öyküsü izledik. Kolera Günlerinde Aşk hafızamızın ebedi bölümünde çoktan yerini aldı. Florentino Ariza'nın Lorenzo Daza'nın evine telgraf götürüp bahçede annesine kitap okumayı öğretmeye çalışan Fermina'yı görmesi ile başlayan o muhteşem aşk. Önce bahçeden bahçeye görüşmeler, sonra mektupla yazışmalar, nice sonra görüşünce doğan hayal kırıklığı, ayrılık, Kolera ile başlayan yeni bir aşk ve mutlu son... Korona günlerinden aşk öyküsü çıkması ne kadar da imkansız gözüküyor. Değil mi?
Havaalanları hâlâ açık, yurtdışından insanlar geliyor ve gidiyor. Siz onlardan değilseniz, yerinizde sabitseniz ama illa da uçmak istiyorsanız, ya Ahmet Altan gibi duvarları düş gücünüzle aşacaksınız ya da sanal olarak. Çünkü anladık ki, eve kapandım içime yolculuk yapayım o kadar kolay değil. Düşüncelerimiz hep devreye giriyor.
Pandemi günlerinde kendimizi dünyayı ve ötesini keşfetmeye yönelterek evden ayrılmadan yolculuk yapma aplikasyonlarını deneyebiliriz. Bunu öğrenirsek hem özgürlüğün sınırlarla ilgili olmadığını anlayabiliriz hem de düşüncelerin müdahalesinden kurtulabiliriz. Başlangıç noktası yalnızca dünyayı keşfetmek için kullanılan sanal dünyadaki platform Google Earth olabilir. Pratik olarak her yerde yürüyebilir, uçabilir veya sörf yapabilirsiniz. Dünya yetmiyorsa Nasa da var. Yalnız kalmaktan, derinlikten korkanlar için...
Eleştirmenlerin sanatın üzerindeki etkisi de tarihe karışmak üzere. Bir zamanlar var eden ve yok eden bu kurum, siyah-beyaz dönemin bitip yerine çok kanallı, çok renkli bir dönemin gelmesi ile epey yara aldı. Hâlâ danışman düzeyinde bir ağırlıkları var ama artık kimse gideceği filmi, okuyacağı kitabı, alacağı tabloyu eleştirmene göre seçmiyor. Yeni bir Gertrude Stein'ın çıkması artık neredeyse imkansız. Bu yetkin de olsa bir insanın vicdanına kalmama durumu bana daha insanca, daha demokratça geliyor.
Papa Francis olarak Hrıstiyanlığın geldiği nokta ile dalgasını geçen ve ateist olduğunu söyleyen John Malkovich, geçtiğimiz hafta Turkcell Platinum İstanbul Night Flight kapsamında The Music Critic adlı şovuyla Lütfi Kırdar 'da da eleştiri mercii ile tatlı tatlı dalgasını geçti. Üretenleri pozitif (Jinekologlar dahil) tüketmekle, eleştirmekle geçinenleri negatif diye nitelendirerek...
Çoğu 18. yüzyıl bestecisi 9 besteciye yönelik ağır eleştiriler, hakaretler inanılmaz komiklikteydi. Dvorak'ın yerin dibine batırılması, Çaykovski'nin ve Brahms'ın yeteneksiz bulunması, Chopin ile dalga geçilip, Bach'ın aşağılanması...
Sanatçı 10. olarak kendisine yönelik eleştirileri de okudu. Nedim Saban'ın İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında sahnelediği "Şeytani Komedya" adlı oyuna yönelik eleştirisini ise avaz avaz seslendirdi. Saban eleştirisinde: "John Malkovich seyirciye işkence yaptığı için derhal sınır dışı edilmeli! Böyle kötü oyunlarla bir daha Türkiye 'ye gelmesin. Zaten dünya tiyatrosunda son yıllarda doğru dürüst oynadığı tek bir saygın tiyatro produksiyonu yok. Bayi toplantılarındaki star sunumu kıvamında bir gösteri bu. Malkovich'in kariyerine başladığı Steppenwolf Tiyatrosu'na gidip tekrar tiyatro hakkında yeterlilik eğitimi almalı..." vs Salonda olan Nedim Saban'ın sahneye çağırılıp gülüşülmesi de pek hoştu tabii ki.
Sahnede hakaretleri okuyan Malkovich'e birbirinden yetenekli müzisyenler eşlik ediyor, arkada barkovizyonda da metnin Türkçe çevirisi yer alıyordu. Eleştiri bunca yara almışken utanarak belirtmeliyim ki çeviri, Google Translate kıvamındaydı. Sözcükler var ama cümle yoktu. Ne dendiğini anlamak neredeyse imkansızdı. Ama neyse ki, ne Malkovich bunun farkındaydı, ne de müzisyenler...
Tüm biletler satılmasına rağmen bir avuç insan gelmişti. Sanatçı da bu bağlamda gelenleri alkışladı, lokum ve çikolata attı. Türk basını da gelmekten korkmuş olacak ki iki gün sonra şöyle yazılar çıktı: "John Malkovich sevilen eserlerini seslendirdi, salon boştu." Şarkıcı sanmış olacaklar!