1983 yılıydı, Milliyet'in Cağaloğlu'ndaki binasının üst katındaydık. Binalarda kedilerin beslendiği, camların açıldığı, sigara tüttürülüp derin sohbetler yapıldığı, Felek'in kahve getirdiği yıllardı. Bizim kedimizin adı Leo idi. Sarman bir şey gibi hatırlıyorum.
12 Eylül olmuş, YÖK kurulmuş, mertlik bozulmuştu. Birbirinden kıymetli öğretim üyeleri birbiri ardı sıra istifa ediyorlardı. Dördüncü kattaki masamın sağında Ömer Madra, karşımda Enis Batur, onun solunda Haldun Taner, benim solumda da Oruç Aruoba oturuyordu. Arkamı sağlam bir kaleye, Avniye Tansuğ'a vermiştim. Arada dialar kayboluyor, bazen kıyamet kopuyordu ama hayat benim için çok neşeli bir okul kıvamında geçiyordu. Onlar için olağan olan benim için olağanüstüydü. Paçasını Ankara'nın 12 Eylül'ünden yeni kurtarmış bir üniversite öğrencisiydim sonuçta.
Oruç sinirlenmezdi ya da belli etmezdi. Küçümsemezdi ya da belli etmezdi. Nietzsche bıyıkları ile hep tebessüm ederdi. Koca felsefeciyi Yazı İşleri'nde çalışsın diye aşağıya gönderdiklerinde bile ne tevazusunu kaybetti ne de bildiklerini bilmeyenlere karşı en ufak bir kibir gösterdi.
Bilge Karasu'nun ölümüne kadar hep haberleştik, birbirimize bir şekilde ulaştık. 1999'a geldiğimizde arayı açmışız ki Metis Yayınları'ndan çıkan "İle"yi "Nerelerdesin?" diye imzalamış. O sıralarda Çengelköy'deydi. Sonra İzmir'e taşındı diye duydum. Az görsem de çok sevdiğim bir insandı. Dün gitmiş. Gariptir, onu çok sevmiş, üç arkadaş birbirimizden habersiz onu düşünmüşüz dün. O kimi düşünüyordu, bu hep muamma olarak kalacak. Söylemezdi hiç.
İğne oyası kapak tasarımı ile 'İle'yi aldım elime:
"Önce
başlangıçtaki Defter 'i Getiren'e;
sonra,
bütün önceki ve sonraki
gelerek Getiren'lere /giderek Götüren'lere
adanmıştır" diye başlıyor.
"Sen yanımdasın-ben de bunu yazıyorum.
Geç bir yazın geç bir öğle sonrası: güz ile akşam sıralarını bekliyorlar. Esintiler ağaçlar üzerinde çekişiyorlar.
Sen ile ben, güneş altında oturuyoruz.
Sen benim ne yazdığımı-şu anda, şimdi-bilmiyorsun: bitirince okutacağım bunu sana.
Buraya kadar -ama bundan önce de bundan sonra da- yazdığıma, sen kendini bana getirmeden önce başlamıştım: sürdürebilirsem, ve, birgün, bir kitap içinde bir bütün oluşturabilirse, bu ,şimdi yazdığımı, en sona koyacağım.
Çünkü, yazdıklarım, tam anlamlarını bulmak için, şimdi kendimi içinde duyduğum konuma ulaşmış olmamı gerektiriyordu: senin, o parlak kahkahanla ve o uzun suskunluklarınla, burada, yanımda bulunman; benim de, artık tamamlanmış -artık yazılmasa da olabilecek- bir kitabın sonuna konacak bir son sayfayı yazmakta olmam.
Şimdi, işte, öyle: bundan sonra, bu konum ne kadar sürerse sürsün (biliyorum ki zamanı gelince bitecek); ben de, yazsam da yazmasam da, daha ne kadar yazarsam yazayım, buradaki kitap da, ister bitebilsin ister bitmeden kalsın, şu anda yazdığımla, tamamlandı.
Bugün, biraz önce, şimdi yazabileceğimi bildiğim ama nasıl yazabileceğimi bilemediğim bu son sayfa kafamda gezinirken, onun (aslında, buradaki bütün önceki -yazılmış ve yazılmamış- sayfaların) anlamına uygun iki satır buldum- Nietzsche'de: Anlaşılan o da bir adamada bulunmak -birisine seslenmek- isterken yazmış bunu -herhalde artık kimse bilemez, kime... Bunu da buraya, en sona koyuyorum-buradaki ben'in seslendiği sen'in kim olduğunu da yalnızca ben ile sen bileceğiz:
- Bugün, şimdi, yalnızca ben biliyorum; ben de öldüğümde de, artık, kimse bilmeyecek...''
diye bitiyor.
Dünyanın en yalnız adamı Seul'un kalbinde sayılabilecek bir meydanda, bir direğin üzerinde yaşıyor. Yerden 25 metre yükseklikte, tam 317 gündür. Adı Kim, 60 yaşında. Yaşamının yarısını Güney Kore'nin ünlü bir elektronik markasını pazarlayarak geçirmiş. Pazarladıkları ürün modern olsa da şirket yönetimi eski, adeta kölelik düzenini çağrıştırır düzeydeymiş. Baskıcı, kısıtlayıcı... Baskı'nın altından ne çıkar? Ahlaksızlık tabii de. Burada da öyle olmuş. Çalışanları arasında intihar oranlarının en yüksek olduğu şirket yöneticilerinin bir kısmı da yolsuzluk ve cinsel istismar suçlarından hüküm giymiş.
Obsesif bir kişiliği olan Kim, şirket içinde aşırı rahatsız olunca bir yıllığına Rusya departmanında görevlendirilmiş. Ancak, talihsizlik Kim'in peşini burada da bırakmamış. Moskova yönetimi tarafından Kuzey'in casusu muamelesi görmüş, ülkesinde kalan babası kaçırılarak yok olmuş. Karısı şiddet görmüş, tecavüze uğramış.
Kim başına gelenler karşısında tepkisini mantıklı ve mantıksız çeşitli yollarla dile getirmiş ama ailesini geri getirememiş ve 2019'da bir direğin tepesine yerleşmiş. Burayı bir gözetleme kulesi olarak düşünen Kim "Düşmanlarımı artık yanıma yaklaştırmayacağım" diyor. Alışverişini bizim eskiden bakkala uzattığımız sepet misali yapıyor. Dışkısını da kapalı bir kaba koyup atıyor. Konuşmalarını cep telefonu ile yapıyor. Bir direğin tepesinde ne ile şarj ettiğini bilmiyorum... Kim şimdilerde ünlü birisi artık, onu görmeye gelenlerin sayısı hiç de az değil. Yani, protesto etmeye çalıştığı sistem reklamını yaparak ondan faydalanmaya devam ediyor...
Kim'i sadece haber değeri olduğu için yazmadım. Ev'de kalmak, yalnız kalmak muhabbeti sıkıcı bir hâl aldı. İnsanların kendilerine bu kadar tahammül edememesi pek anlaşılır bir şey değil. Daha yarım yüzyıl öncesine kadar zaten her şeyimizi kendimiz yapıyor, dışarıya da çok az çıkıyorduk. Hayat çoğunluk için kapı önünde etrafında cereyan ediyordu.
Dahası, bütün bu göksel senaryonun meselesi sadece bizi evde tutmak değil kuşkusuz. Kim'i direğin tepesine çıkaran pislik herkese her anlamda bulaşmıştı. Arınmak için bunlar son fırsatlarımız çünkü arınamazsak yarın (tabii ki yarın anlamında değil) kalacak "Ev" bulamayabiliriz. Hep teğet geçen göktaşlarından birinin şöyle bir dokunması yeter ki Hollywood ürünü sayısız film ve dizide bu kurgular önümüze servis ediliyor.
İnsanın en etkin gücü olan hayal gücü, Galaktik bir medeniyetten korkuya dayalı toplumlardan sevgi ve barış isteyen bir topluma dönüşmemiz bekleniyor. Bunu hayal edebiliriz ki buna mecburuz. Bu yaşlı gezegen bizi artık dünya okulundan mezun etmek istiyor. Haktan Akdoğan'ın YouTube yayınlarında çok güzel anlattığı gibi homo sapiens artık homo luminous'a, ışık insana dönüşmek zorunda, küllerinden doğmak zorunda...
Özetle, "Yeni normal" yaşanarak belirlenecek ama sanıldığı kadar kolay olmayacak çünkü en zor şeyi, kendimiz olmayı başarmak zorundayız.
İki Şehir, Charles Dickens'ın en sevilen kitaplarından birisi değildir aslında. En iyinin içinde en kötünün de barındığı, dalkavukluğu, acımasızlığı, karanlığı ve tüm bu umutsuz durumlardan umudun ilkbaharının da yeşerebileceğini anlatır.
Şimdi bu umudu en derin yara alan iş alanlarından biri olan basın için yeşertmemiz gerekiyor. Son 50 yılda dünyada ne olup bittiğini, insanlığın geldiği noktayı gazeteciler sayesinde anladık ama bugün gazetecilik can çekişiyor. Umutsuzluktan ne fayda bunu ilkbahara çevirebiliriz belki.
The Information'ın genç kurucusu Jessica Lessin geçtiğimiz günlerden birinde "Gazetecilikle ilgili her gün kötü bir haber geliyor. Batan şirketlerin listesi yayınlanıyor, destek tam da şimdi lazım!" diye yazdı ki bir gün sonra Amerikan CNN'i yüzlerce çalışanını işten çıkardığını açıkladı.
Bunu izleyen birkaç gün içinde 1975'ten beri iyi gazeteciliğin savunucularından olan Poynter Enstitüsü kağıt baskısını durduran gazeteler ile kapanan yayınların listesini yayınladı. Bunların içinde radyolar, televizyonlar, haftalıklar, lokal yayınlar, web siteleri de var.
Amerika'da bazı gazete yöneticileri bir süre maaş almak istemediklerini açıkladılar. (Krizi aşmak umuduyla) Oysa ki, bu Korona günlerinde gerçek haberin ne kadar değerli olduğunu, ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu gördük...
Bir ilginç haber de Me Too hareketinin sesi diyebileceğimiz Ronan Farrow cephesinden geldi. Mia Farrow ve Woody Allen'in oğulları bu 32 yaşındaki genç, meraklıların bildiği üzere neslinin en önemli araştırmacı gazetecilerinden olarak kabul ediliyor. Pulitzer ödüllü Ronan, taciz haberleri ile Weinstein'ın ipini çeken isim aynı zamanda. Babasından nefret eden, bu yüzden mahkeme kararı ile annesinin soyadını alan yakışıklı Ronan Farrow babasının ipini çekmek için de epey uğraştı. Yeni kitabının basılmasını engellemeye çalıştı, "New York'ta Yağmurlu Bir Gün"ün ABD'deki gösterimini durdurdu.
Uzmanlık alanı putların yıkılmasını sağlamak olarak bilinen bu genç, şimdi haberleri ile değil, manipule edici, baskıcı gazetecilik yaptığı iddiaları ile gündemde... Neticede o da kendisinden bir put yaratmıştı.
Simone de Beauvoir klasik feminizmin öncüsü, kadın özgürlük hareketlerinin ateşleyicisi olduğu kadar edebiyatçılığı ile de ünlüdür. Ama tarihe yine de Jean Paul Sartre'ın sevgilisi olarak geçmekten kurtulamamıştır. O da makus kaderinin fazlasıyla bilincindeydi zaten. Bir söyleşisinde "68 hareketinde biz kadınlar ne yazık ki yardımcı rollerin ötesine geçememiştik." demişti. Benim neslim De Beauvoir'ı lise yıllarında keşfetti, 70'lerin başında duruma çoktan ayılmıştık. Ama her güzel şey gibi kitapları da sınırlıydı. Okuduk, bitti... Ve şimdi efsanesi yeni nesillere kadar ulaşan bu feminizmin kitlesel uyanışının kahramanın hiç bilinmeyen ve yayınlanmayan bir kitabı çıkıyor: "Ayrılmayanlar"
Simone de Beauvoir'ın yayınlanmasını istemediği kitap, Elizabeth "Zaza" Lacoin ile ilişkisini anlatıyor. Anlaşılan o ki, Zaza olmadan Simone, Simone de Beauvoir olamazmış. Devrimci tavrının kaynağı, toplumsal dayatmaların çoğu zaman uyduruk olduğu ve kabul edilmemesi gerektiğini hep Zaza'dan öğrenmiş küçük kız. Bu ayrılmaz ikili tanıştıklarında 9 yaşlarındaymış, 12 yaşına kadar bir anlarını bile ayrı geçirmek istemiyorlarmış. Ta ki ölüm onları ayırana dek... Zaza ölmüş, Simone yapayalnız kalmış.
İşte şimdi onların öyküsü yayınlanıyor, ne zaman Türkçe'ye çevrilir bilmiyorum. Bekliyoruz ama bilinsin istedim.