Tarık Tufan'ın son romanı Kaybolan, yaşamanın farkına varanların trajedisi ve çıkmazları üzerine bir varoluş ve benlik sorgulaması. Tarık Tufan'la dokuzuncu romanı Kaybolan ve şiirsel üslubu bağlamında çağımızı ve çağımızın trajedileri bağlamında "kim olduğumuzu itiraf etme"yi konuştuk.
- Son yıllarda her ne kadar romanlarınızla daha çok ilgilenenler olsa da, benim için bir şair olarak var oldunuz. Belki benim bunu kabullenmemdeki nedenlerden biri de aslında şiir yazan biri olduğunuz için değil, içten içe şiire felsefi açıdan eğilen biri olduğunuzu düşünüyor olmamdır. Ne türde yazarsa yazsın yazan biri o şiirsel dili yazdığı her tür metinde kullanabiliyor. Siz de öyle yazıyorsunuz. Metinlerinizdeki derinliği şiire yakınlığınıza bağlamak doğru olur mu? Şiir, türler arasında sizin için ne kadar önemli?
Bazı insanların zihninde şair olduğuma dair bir düşünce var. Halbuki hayatım boyunca sadece üç şiirim yayımlandı. Şiirsel bir söyleşiye yakın metinlerim var. Anna bunlardan biri. Romanlarımda da yeri geldiğinde o şiirsel söyleyişe yakın bir dil kullanıyorum. Şiire özgü iç ritmi güçlü bir şekilde hissettiğimde coşkulu bir ruh haline bürünüyorum. Okurken de yazarken de o müziği duymaya başladığım an, içimde, en derinlerde duran saklı duyguya erişebileceğime inanmaya başlıyorum. Müzikle birlikte heyecanım da yükseliyor. Metindeki akış da kalbimdeki çarpıntıyla birlikte güçlenmeye başlıyor. O eşsiz anı kısa süre de olsa yaşamak dilimdeki bağı çözüyor, göğsümü genişletiyor. Şiirsellik sadece yazarken değil, hayatın bazı anlarında da bütün perdeleri ortadan kaldırıp saf, güçlü, sarsıcı bir duyguyu yaşamama imkân sağlıyor. Günlük hayatta yahut roman çalışırken şiirselliğin görkemli salınımını, kuvvetli sarkacını kalbimde hissetmek, o mahrem alana dahil olabilmek hayat duygumu yükseltiyor. Öyle yüksek bir hakikati tecrübe etmek kalbimi durduracak kadar yoğun bir etkileşime sebep oluyor. Bir romancı olarak şiirin yalın ve derin söyleyişinden etkileniyorum, ilham alıyorum.
- Romanlarınızda atıflarda bulunduğunuz şairlerle, yazarlarla karşılaşmak o bölümün duygusunu benim için daha yoğun kılıyor başlangıç olarak. Rainer Maria Rilke de onlardan biri. Doğrusu yaşamı ve yaşamının trajedisini anımsadığımız biri olarak da çok yakışmış. Özellikle hatırlanmış gibi yerinde pek güzel durmuş. Bir başka şair de olabilirdi, ama niçin Rilke?
Romanlarımdaki atıflar aynı zamanda benim okuma serüvenimin izleğini oluşturuyor. Ayak izlerimi belli ederek yürüyorum. Metnimin içine sızan büyük romancılar, büyük romanlar, büyük edebiyatçılar var ve onlara bir tür teşekkür olarak da kabul edilebilir. Büyük edebiyatçılar zihnimizi, kalbimizi, kelimelerimizi, duygu dünyamızı ve en genelde hayatımızı genişliyorlar, başka olanaklı dünyaları gösterip, bize en çaresiz anlarımızda güç, cesaret ve umut katıyorlar; ellerimizden tutup yalnızlıktan kurtarıyorlar. Rainer Maria Rilke, çelişkilerin, yalnızlığın, kaybolmanın şairi. İçe dönüşün, sessiz ağıtların ve güçlü aşkın şairi. Yüksek duygularla yetinmeyip oldukça güçlü bir üslup da kurabilmeyi başarmıştır. Hüznün ve yabancılaşmanın en acıtıcı kelimelerini bulup çıkarıyor. Tanrı'yla konuşurken çocuksu, saf, yaralı bir hali var. Bütün bunlar Rilke'den etkilenmeme sebep oluyor. Kendi dilinden okuyabilmeyi en çok istediğim adamlardan biri. Sadece şiiri değil, diğer metinleri ve mektupları da insanı sarsıyor. Malte Laurids Brigge'nin Notları mesela her seferinde başka türlü ruh haline sokar okuyucusunu. Kendi içinde yürümek ve saatler boyu kimselere rastlamamak. Nasıl kopkoyu bir yalnızlık ifadesidir bu?
- Edebiyatımızda kabul görür ya da görmez modern mistik ve yaşadığı çağa eleştirilerini de dile getirmekten çekinmeyen bir yazarsınız. Bunu farklı bir biçimde Düşerken'de de gördük ve son romanınız Kaybolan'da da görüyoruz. İnsanın yaşamına dair çıkışsızlıkları ifade ederken bu çıkışsızlıklara modern mistik üslupla çareler de gösteriyorsunuz. Her yazan yazın tarihi boyunca pek çok değişime uğrar. Siz bu konuda hiç değişmiyorsunuz bana göre. Yani yazma konusundaki derinlik ve yazdığı meselelerle ilgili derinlikli düşünen biri olarak. Peki, ya siz kendi yazma biçiminizi nasıl tanımlarsınız?
Yaşadığımız zamanın ruhunu ifade eden kelimeler nelerdir? Bu çağı anlatmaya kalkarsak hangi kelimelerden başlamak gerekir? Bu zamanın insanını anlatmak için önce hangi niteliklerinden söz etmemiz gerekir? Bu soruları ben de kendimden başlayarak soruyorum. İnsan dediğimizde içimizi açan, ferahlatan bir duygu haline mi bürünüyoruz yoksa karanlık, tereddütlü bir hava mı sarıyor kalbimizi? Zamanın ruhu bir insan tipolojisi yaratıyor. Ya da tersinden söyleyelim: İnsan zamanın ruhuna uyum sağlayabilmek için bir davranış biçimi ve ruh hali geliştiriyor. Tuhaf bir döngüye sıkıştığımızı söyleyelim. Çünkü zamanın ruhunu belirleyen ve o ruhun dayatmasına maruz kalan da insanın kendisi.
Güce erişme arzusu, iktidarı kullanma şehveti, sahip olma hırsı, ayrıcalıklı olma histerisi hayatın bütün alanlarında belirgin ve yaygın hale geldi. İnsanlar eleştirdiklerine kolayca benzeyebiliyorlar. Daha büyük iktidar aygıtlarına karşı olduğunu söylerken, hiyerarşik olarak aşağıda gördüklerine karşı katı bir iktidar, güç uyguluyor. Hayatın her alanında rekabetin içinde kalmaya mecbur bırakılıyor insan. İş yerinde, evin içinde, dostlarının arasında, farklı yaşam alanlarında bu rekabet en acımasız haliyle devam ediyor. Bu kadar yaygın ve acımasız rekabet, insanların daha da hırslanmasına, gözünü karartmasına yol açıyor. Bu çağın insanından şefkatli, diğerkam, fedakâr olmasını beklemek safça olur. Masumiyetimizi hızla yitiriyoruz. Ahlak insanlar için yüksek değerler temsili olmaktan çıkıyor ve ayak bağına dönüşüyor. Elbette tam da burada dinin, geleneğin, sanatın, felsefenin açtığı insani alanlara, hava boşluklarına ihtiyacımız var. Nefes alabileceğimiz yerlere ihtiyacımız var. Bir çıkışa ihtiyacımız var. Roman yazmak benim için bir yandan böyle bir arayışa karşılık geliyor. Çıkış olasılıkları. Bir ihtimal. Her hikâye, her olay çıkış olasılıklarını hayal etmeme yardım ediyor. Hayatımızda değerli bağlılıklarımız var mıdır? Bu soruyu sık sık sorarım. Yoksa her şeye yükselmek, çıkar elde etmek, güçlenmek, sahip olmak için bir araç gözüyle mi bakıyoruz? Bizi dizginleyen, hırsımızı dindiren, gözümüzü doyuran, kibrimizi azaltan, bencilliğimize mâni olan değerlerimiz olmazsa, kendimizle ve yakınlarımızla kurduğumuz hayatın hakikati ortadan kalkar. Bu açıdan içe dönmek, kendi kendine ayna olmak, sana hakikatini söyleyecek insanlarla yakın olmak çok kıymetli bir şey. İnsanın iştahı dinmek bilmez. Son derece yıkıcı bir hale kolayca dönüşebiliriz. Birilerinin yahut bir şeylerin bize hayatın bunlardan ibaret olmadığını hatırlatması iyi olur. Bana kalırsa en güçlü hatırlatıcı ölüm. Onu da hayatın dışında tutabilmek için her şeyi yapıyoruz. Oysa ölüyoruz. En sevdiklerimiz ölüyorlar.
- Kaybolan, bugün her ideolojide ya da herhangi bir sınıftan ya da meslekten her insanın ilgisini çekebilecek bir roman. İnsanın sorumlulukları ve bunları neden sorumluk olarak kabullendiği ile ilgili derin travmalarıyla da çok ilişkili. İnsanın birden bire her şeyle uyumunu kaybetmesinin de hikâyesi aslında. Hakan ve Yıldız'ın yaşadıklarını da düşününce, Kaybolan için birden gelişen uyumsuzlukla mücadele etmenin de kitabı diyebilir miyiz?
Romanlarımda insanı, duyguları, hayatı, mekânları, olayları olanca gerçekliğiyle ele almaya uğraşıyorum. Kurmaca, farklı gerçek alanlarını yan yana, aynı dairenin içinde toplamamıza olanak sağlıyor. Böylece gerçeklik hissi de derinleşebiliyor. Romanlarımdaki karakterler etrafımızda karşılaştığımız, tanıştığımız, hayatımızda olan insanlar. Bir kurgunun içinde kendilerine yaşam edinmişler, ama romanın dünyası günlük hayatımızdan farklı değil. Orada yaşıyorlar ve biz onları tanıyoruz. Bu yüzden ideolojileri, sınıfları, meslekleri, meşrepleri ne olursa olsun romanlarımı okuyanlar tanıdık bir dünyaya dahil oluyorlar. Çünkü orada gerçek insanlar var, insanın içinde sakladığı gerçek ruh ve duygu halleri var. İdeolojiler, sınıflar, meslekler çoğu zaman insanın mutlak gerçeğini örtmeye sebep oluyor. Ben mümkün olduğu kadar insanın içindeki onlarca katman arasında dolaşmaya gayret ediyorum. İnsanların gösterdiklerinden çok sakladıklarına dikkat kesiliyorum. Oradaki karanlık ve kuytu alan ilgimi çekiyor. Kaybolan'ın hikâyesi de karakterlerinin söylediklerinden ziyade sakladıkları mahremin açığa çıkmasıyla başlıyor. Hakan, kırkıncı yaş gününde daha fazla içinde saklamayı başaramadığı gerçekliklerle yüzleşmeye koyuluyor. Bu yüzleşmenin sonunda işini terk edip, hiç bilmediği bir hayatı bulabilmek için alametlerin peşine düşüyor. Bu yüzleşme karısı Yıldız'ın da yüzleşmesini tetikliyor. Yüzleşme bir kez başladığında ne kadar derinleşeceğini, insanı ne kadar sarsacağını önceden kestirmek mümkün değil. Yüzleşme ve içe dönüş insanı yoran bir deneyim. Ancak bunu bilip de yapmamak daha da yorucu. Uyumsuzlukların farkına vardığınız halde yokmuş gibi davranmak duygusal dengenizi altüst eder. Tabii ki bu dengeyi yeniden kurabilmek epeyce zahmetli. Neyi aradığını bilmeden yola çıkmak, yolun bütün sürprizlerine açık olmak.
- Kim olduğumuzla ilgili hepimizin hatta dünyayı yöneten insanların bile odalarına çekilip başlarını yastıklarına koyduklarında kapılıp gittikleri bir sorgulama alanı var. Çok açık ki, yaşadığımız hayat bize önüne geçilemez bir hızla ilerliyormuş gibi geliyor. Oysa "zaman" diye bir şey yok, o sadece bir kavram, en azından benim için öyle. Şöyle diyorsunuz ya, Hiçbir şeyin geçtiği yok; geçen sadece son ödeme günleri, banka sıraları, ilaçların son kullanım tarihleri, yiyecek içeceklerin marketlerdeki raf ömürleri ve öyle şeyler. Aslında sadece ömrümüz. Yani insanlar geçip gittiğine inandıkları geçmiş olan zamanla yüzleşmek zorunda oldukları için mi birdenbire durdukları yerden boşluğa düşüyorlar?
Ne zaman diye bir şey var ne de zamanın hızı. Fakat bir "hız" içinde bir şeylere yetişmeye çalıştığımız da muhakkak. Bu çağın ruhunu, gündelik akışını "hız" üzerinden kurdular. İnsana sabırlı olmayı, sükunetli olmayı, yavaşlamayı öğütlemek yerine, her arzusuna hızlıca ulaşmayı özendirirseniz hızlı olmak kaçınılmaz hale gelir. Reklamlar hayatımızın her yerinde, hiç vakit geçirmeden o şeye ulaşmamızı hatırlatıyor. Bu kadar hızlı yaşandığında hayatımızdaki hiçbir anın, duygunun, fikrin anlamı idrak edilmiyor. Dokunmadan, bakmadan, anlamadan, iletişim kurmadan geçip gidiyoruz. Rekabet anlayışı güçlendikçe, insanlarda "yavaşlarsam geride kalırım" korkusu pekişiyor. Bu hız hepimizi bir vasata mahkûm etmiş durumda; derinlemesine nüfuz etmeye fırsat kalmadığından sanatın, edebiyatın, felsefenin hayatımızdaki ağırlığı azalıyor. Bakıp geçerek sanatın dünyasına dahil olamayız. Durup düşünmeden iyi edebiyatla temas edemeyiz. Kaybolan'ın karakterleri aslında güçlü karakterler. En azından koşturma esnasında kendilerine sorular sorabiliyorlar ve gereğinde durmayı göze alabiliyorlar. Hayatta geride kalma pahasına durup düşünmeye, bakmaya görmeye çalışmak son derece değerli. Boşluğa düşebilirsiniz bunun sonucunda. Nitekim Hakan da Yıldız da Sonay da kendi boşluklarına yuvarlanıyorlar, ama böyle yaşamaktansa boşluğa düşmeyi göze almak çok daha anlamlı.
- Yaşamayı reddetmekle, yaşamı reddetmek elbette aynı şey değil. Çoğu zaman bu insanın kendi iradesiyle baş edebileceği bir şey de değil. Bu her iki durumu da duyguyu da yaşatıyor Kaybolan.Yok saymak yerine farkında olmak, geri çekilmek yerine üzerine gitmek ve hepsinden önemlisi her aşamada anlamaya çalışmak. Yani bu her iki duyguyu da durumu da ortadan kaldırmak için insanın en başta kendini kandırmasının önünü kesmek, kendini itiraf etmesi mi gerek? Ancak böylece mi kendi hayatını yaşaması gerektiğini anlayacak ve yaşayacak?
İnsanın kendisiyle meselesini, derdini itiraf etmesi çok kolay değil. Hele narsistik karakterlerin bu kadar yükseldiği ve itibar gördüğü bir hayatın içinde eksikliğini, zayıflığını, acizliğini itiraf etmek, hatalarını kabullenmek oldukça erdemli bir tutum. Kaybolan'daki karakterler çok uzun süre bu itiraftan uzak durmuşlar. Huzurlarını kaçırmamak için ısrarla bundan uzak kalmayı tercih etmiş olabilirler. Neticede huzurumuzu kaçıran her şeye -anlamlı, değerli de olsa- uzak durmaya çalışıyoruz. Bütün reklamlar bize konfor vadediyor. Konforumuzu bozan şey sorulardır, kuşkulardır, derin düşünmedir. Büyük edebiyatın, büyük sanatın muhatabı olmayı seçmiş herkes, zihinsel, duygusal ve gündelik konforundan vazgeçmeyi göze almıştır. Kaybolan'ın bu manada en güçlü karakterlerinden biri Sonay. Yaşadığı büyük travma sonucunda unutmayı seçebilecekken açık yürekle hayatının her anını düşünme konusu haline getiriyor. İlişkilerini sorguluyor, bağımlılıklarını tartışıyor, ihtiyaçlarını anlamaya çalışıyor. Sevgiyle bağımlılık arasındaki o ince çizgiyi keşfetmek kadın için de erkek için son derece hayati bir nokta. Sevgiyle çıkar arasında dürüst kalabilmek, sırf hayat konforunu kaybetmemek için seviyormuş gibi yapmaktan kaçınmak kolay değil. Yeni hayatın insanları sevgi gibi, aşk gibi güçlü ve değerli duyguları çok kolayca bencilliklerine, çıkar ilişkilerine kurban edebiliyorlar. Sonay sevgisini anlamaya, hissetmeye ve gücü oranında yaşamaya çalışan bir kadın. Hakan ve Yıldız ise alışkanlıklarını ve dolayısıyla güvenli sığınaklarını terk etmemek için aşka, sevgiye dair sorularını bir kenara bırakmışlar. İnsanlar genellikle güvenli limanları riske etmezler. Aşk ise bütün endişelerden azadedir. Kendinden başka hiçbir tereddüdü önemsemez. Sadece aşk vardır, aşktan ötesi vehimdir, alışkanlıktır, temkindir.
- Bir okur olarak yaşamın da metinlerin de içerdiği trajedi, insanı mutlu eden şeylerden çok daha fazla ilgimi çekiyor. Hakikati bulma ve anlama açısından. Sanki bu trajedi yürürken yavaşlar gibi değil de birden durmak gibi geliyor. Hakikat olan şeyin gerçek olandan daha ileri olduğunu görmek çok tehlikelidir de. Kaybolan hakikat konusunda neden bu kadar ısrarlı bir kitap?
Kaybolan'da, Düşerken'de ve diğer romanlarımda da hakikat ve insanın iç dünyasındaki çatışmalar bahsine düşünmeye çalıştım. Kendi hayatımda ne varsa romanlarımda da benzeri şeyler var. Anlatıcı olmak, anlattığım şeyden uzaklaşmak anlamına gelmiyor. Kendimde önemli bulduğum meseleler var, bunları edebiyatın açtığı alanlarda tartışmak istiyorum, bunun için de karakterler, mekânlar, olaylar üzerine kafa yoruyorum. Yani bir gerçekliği, başka bir gerçeklik alanında daha çıplak ve görünür kılarak ortaya seriyorum. Hayatın hakikatleri, bir romanın dünyasında çok daha anlaşılır, yalın, estetik, merak uyandırıcı şekilde kendisini belli ediyor. Kaybolan'da çokça İstanbul anlatılıyor. İstanbul anlatılırken tarihi göndermeler kaçınılmaz oluyor. Farklı sosyal sınıflar ve onların kendine özgü alışkanlıkları var. Bir vefat ilanı, bir cenaze töreni, bir lokantada yenilen yemek son derece karakteristik sınıf eğilimlerini gösterebiliyor. Trajedinin anlatmaya değer tek şey olduğuna inancım var. Trajedi içinde duygular çok daha keskin ve yoğun oluyor. Trajedi içinde insanın en çıplak halini görebilmek mümkün. Bu yüzden de romanlarımda trajedinin sınırları içinde bir anlatı kurmaya özen gösteriyorum.
- Aile, geçmiş, pişmanlıklar, kırk yaş bunalımı, toplumsal statüler, yaşlılık ve onun trajedisi olan Alzheimer gibi geniş bir gönye ile dar bir çemberin içinde sıkışıp kalmanın, insanı bir anda havayla temas edince patlayan bir şey gibi sıradan olanın sıra dışı içeriğini toplumsal olarak da ortaya çıkaran bu kavramlar romanı yazarken sizin içinde bir kaos ortamı yarattı mı?
İnsanların hayatlarında aynı anda etki eden pek çok sosyal, psikolojik olgu var. Düşünmeye başladığınız anda karmaşık süreçlerle kuşatıldığınızı fark edersiniz. Bir yandan ekonomik sorunlar, bir yandan aile bağları, geçmişin ağır travmaları, hastalıklı bir aşk ve geçimsiz komşularla uğraşırken bir yandan da iş yerinde kuyunuzu kazan insanlarla muhatap olmak zorunda kalabilirsiniz. İnsan hayatı boyunca böyle bir çemberin içindedir. Akıl ve ruh sağlığını koruyabilmek için bu karmaşık, bazen kötücül, bazen kederli çemberin içinde güçlü kalmanın yolunu bulmak zorundayız. Bu dizgede sıradan hiçbir şey yok. Yaşadığımız her şey salında sıra dışı. Bunların ne kadar sıra dışı olduğunu ancak romanlarda okuduğumuzda fark ediyoruz. Oysa hepimiz mütemadiyen bu kaotik çemberin içindeyiz. Kendini yineleyen kaos bir süre sonra sıradanlaşıyor. Roman bu yüzden kendi hayatımıza dışarıdan bakma şansını verir. Kaybolan'ın karakterlerinin her biri kaotik bir çembere sıkışmış durumda. Bunun en tuhaf yanı da hepsinin hayatı ve travmaları zincirleme şekilde birbirine dokunuyor.
- Bu kitap bize felsefi açıdan ve insanın varoluşuyla ilgili pek çok açıdan irdelenmesi ve insanın kendini de toplumu da düşünmesi bakımından önemli meseleler içeriyor. Bütün bu olay akışı ve karakterleri düşününce, bile isteye bir kurgu olduğu fikri de yazarına şunu sordurtuyor: Bir roman yazmak sadece yazmak olmadığı için bütün bunların düşünülmesi gereken toplumsal bir meseleler olarak okura yönelttiğinizi düşünebilir miyiz?
Bir romana çalışırken ele aldığım meselenin felsefi, tarihi, psikolojik, sosyolojik arka planlarına bakmayı seviyorum. Elbette ben kurmaca yazıyorum, okuru akademik detaylarla sıkmak istemem. Karakterler ve olaylar üzerine derinlemesine düşünüyorum. Bahsettiğiniz bu meseleleri ağır ağır cümleler şeklinde değil, karakterlerin konuşmalarında, yaşadıkları mekânda, küçük tavırlarında, tutumlarında göstermeye çalışıyorum. Benim ele alış biçimim fikir adamlarınınki gibi olmayacak elbette, bir romancı nasıl bakıyorsa öyle bakıyorum. Dostoyevski'nin "Alyoşa" dediği aynı zamanda Rusya değil midir? Oğuz Atay Selim Işık'ı anlatırken aynı anda bir sosyolojiyi, tarihsel süreçleri, sınıfları, alışkanlıkları anlatır. Tanpınar'ın anlattığı Halit Ayarcı, Hayri İrdalveya Mümtaz güçlü birer karakter olarak her biri bir başka dünyaya karşılık gelir. Dolayısıyla bir roman yazmak aynı zamanda felsefi derinliği olan varoluşları ve onların sosyal karşılıklarını da ortaya sermektir.
- Kendi başına bir tür olarak kitabın sonlarında polisiye de var. Burada çok önemsediğim şey az evvel yukarıda da belirttiğim gibi "yaşamayı reddetmekle yaşamı reddetmek" durumu. Bunların her ikisi de yaşamaya engel. Ama sormak istediğim şu: İntihar da bir cinayet değil mi?
Albert Camus, Sisifos Söyleni kitabında gerçekten önemli tek felsefi sorun olarak intiharı gösterir. Kitap boyunca intihar üzerine çarpıcı cümleler kurmaya devam eder. Cioran da intihara ikircikli bakar. İkisinin de her şeye karşın yaşamın gücünü savunduğunu söylemek yanlış olmaz.
- Doğum günü pastasındaki kırıcılıktan, baba kız yüzleşmesine kadar "unutmak" ve "hatırlamak" ile ilgili hepimizin kendini değerli ya da değersiz olduğunu kavramada içerdiği anlatımlar var. Bir yerde unutmak ve hatırlamanın aslında aynı kaynaktan olduğunu da belirtiyor. Yara gider izi kalır, diye öğrenmişim ben ve şöyle bir soru geçiyor: Unutunca yaralar kapanır mı? Yani, bu romanın sonunda unutmak mümkün müdür? Unutan iyileşir, diyen Nietzsche haklı çıkacak mıdır?
Unutmak konusunda ne söylesek bir yanıyla eksik kalacak. Unutan iyileşir, evet, ama nasıl unutabileceğimizi, unutmanın imkânı olup olmadığını bilemiyorum. Burada insanın bir trajedisini görüyorum: Unutmak istediğimiz şeyi asla unutmuyoruz, onun dışında her şeyi kolayca unutuyoruz. Tuhaf bir çelişki bu.
- Ve Kaybolan ile ilgili son sorum şu, senaryolaştırılmış kitaplarınızla aynı kaderi paylaşacak mı Kaybolan?
Kaybolan henüz çok yeni. İnsanlar okusunlar, baksınlar, hoşlarına giderse, film yapmak isteyen olursa konuşuruz. Ama şu aşamada böyle bir düşüncem yok.
- Belki çok erken bir soru, ama yazan biri için öyle olduğunu düşünmüyorum. Çünkü hayat da durmadan devam ediyor ve her zaman metne dökülecek bir hikâyeniz vardır. Bu bir roman olmasa bile başka bir biçimde sinema ya da güncel bir yazı ile bir daha ne zaman nerede karşılaşacağız?
Kafamda her daim anlatılmayı bekleyen hikâyeler, karakterler var. Bunların hangisinin öne çıkacağını ben de bilmiyorum. Zamanlama konusunda bir şey söylemek mümkün değil. Bunu açıkçası ben belirleyemiyorum. Eskilerin deyişiyle zuhurata tabi oluyorum. Hikâyelerin de bir kaderi var. Çıkacakları zaman anlatıcının iradesinde olmuyor.
- Ve son olarak "dinledikçe içim iplik iplik sökülür" diyebileceğiz bir ezgi ya da türkü ismi?
Neşet Ertaş "Evvelim sen oldun, ahirim sensin".
- Bana kardeşçe vakit ayırdınız, teşekkür ederim. Bağlılıkla hep.
Çok mutlu oldum bu güzel söyleşi için. Teşekkür ederim.