Gerçekten de çok garip geliyor insana. Büyükler birtakım masallar anlatıyorlar ve çocukların her anlattıklarına inandıklarını düşünüyorlar.
Şeker Portakalı ilk yayımlandığı 1968'den bu yana en çok okunan kitaplar arasında oldu hep. Bu kitabı okumak önemli değil. Bu kitabı anlamak önemli olan. Kendilerini köprülerden aşağıya bırakan genç insanlarda ne görürüm biliyor musunuz? Kalbin kapaklarını bozan mutsuzluğu daha çocukken kavradığını insanın… İnsana en kalıcı şekli veren şeyin anlamını ilk öğrendiği kelimenin olduğuna inanıyorum. Bir insanın ilk öğrendiği şey mutsuzluk kelimesi ya da ona mutsuz hissettiren bir şey olunca elbette her şeye yaklaşımı da bakışı açısı da bu açıdan olacaktır, Zezé gibi. O köprülerden aşağıya kendini bırakanların kaç yaşında olduğu da çok önemli değil, çünkü ona daha çocuklukta sirayet etmiş bir şeye ne kadar yetişse de gücü yetmediği için yapar bunu. Yetişkin yaşında bile mücadele edemediği her şeyin karşısında hep bir çocuk kalbi taşıdığı için... Yolunu kesen her şeye hep bir çocuğun gözleriyle baktığı için... İnsan ne kadar büyürse büyüsün hep çocuk kaldığı ama yetişkin doğmuş gibi her şeyin sorumluluğunu üzerine almak zorunda bırakıldı için... Bugün yeryüzünde intihar ve madde bağımlılığının ya da suça sürüklenmenin çok küçük yaşlara kadar inmiş olmasının nedenini Zezé'nin yaşam öyküsüne bakarak anlamak mümkündür. Çünkü küçük Zezé de ölümü bir kurtuluş olarak değerlendirecek düşüncelere kapılmış ve kendini Mangaratiba Treni'nin altına atmayı planlamıştır. Yani mutsuzluk daha çocuk yaşta bile ölümü çağrıştıran, ölümü çağıran bir şey olmuştur hep. Bütün bunlara nedense şefkat eksikliğidir.
"Seneler geçti, sevgili Manuel Valadares. Bugün kırk sekiz yaşındayım ve bazen hasrete kendimi öyle kapatıyorum ki, hâlâ çocuk olduğumu zannediyorum. Her an ortaya çıkıp bana sinema yıldızları kartları ya da misketler vereceksin sanki. Hayatın şefkatli yanını bana sen öğrettin, sevgili Portuga. Bugün çocuklara misketler ve kartlar dağıtmaya çalışan benim. Çünkü şefkat olmayınca hayatın pek değeri kalmıyor. Şefkat göstermek beni bazen mutlu ediyor, bazense yanıltıyor ki bu ikincisi daha sık oluyor.
O günlerde, yani beraber geçirdiğimiz günler, henüz hiç duymamıştım uzun yıllar önce bir Budala Prens'in gözlerinde yaşlarla bir sunağın önünde diz çöküp ikonlara sorduğu şu soruyu: 'Küçücük çocuklara neden her şeyi anlatmak gerekir?' Gerçekten de sevgili Portuga, bana her şeyi çok erken anlattılar."
Kendini içine doğduğu trajediden kurtarmış her yazar José Mauro De Vasconcelos gibi her şeyin çocuklukta başladığını bilir. Çocukluğun bazen uzun ve kolayca geçip gitmez bir hastalık olduğunu da, insanın yaşlandıkça çocukluğuna kavuştuğunu da. Çocukluğu boş bir levhaya (tabula rasa ya da tabula rosa.) benzeten Locke da böyle düşünmüştür. Bu sadece bir benzetme ya da işaretler önermesi değil, önemli ve anlaşılması gereken bir kuramdır da. Hiçbir çocuğun kendi kaderinde karar sahibi olmadığının, onun hayatına dair her şeyde karar mekanizmasının bir başkası olduğu gerçeğidir. İnsan en derin izleri elbette hep çocukluğunda almıştır. Ve bu izleri hep yetişkinlerin kararları ve yaşam tarzları oluşturmuştur. Buna eğitim diyeceklerdir, ama eğitim her zaman çocuğun kendisine has bir biçimde uygulanmadıkça iyi bir şey değildir. Çünkü insanın doğuştan gelen bazı özelliklerini yok eder. İnsan vahşi bir hayvan olarak doğmaz, bunu böyle düzeltmeye çalışıyorlarsa eğer! Böylece çocuğun gördükleri, duydukları da yaşadıklarına dâhildir. Ve çocuk gerçekten de boş bir levhadır. Çünkü kemikleri kırılınca iyileşiyor insanın. Kalbi öyle değil. İç çekerken kapakların ağlarken hıçkıran bir insana benzemesi, yutkunurken olmayan bir şeyin boğazına takılması… gibi de değil, kalbin kırılınca bir daha iyileşmiyor olması. Geçmez ama alışırsın diyor kitap. Yetişkinlik alışmaktır ve alışmak da zehirlenmektir, yavaş yavaş. Çocukluk öyle değil. O evrede her şey onu bildiği, gördüğü, hissettiği ilk andaki gibi kalıyor. El yanakta patlayıp çekilince bile orada sonsuza kadar insanın kalbini sızlatan ateşle tanışmış olmanın hissi kalıyor. En çok da bu yüzden Şeker Portakalı acıyla tanışmış bir çocuğun hikâyesini etkili bir biçimde anlatıyor. Sadece gören gözleriyle değil, hisseden bir kalp ve yorumlayan, anlamlandıran bir akılla.
Şeker Portakalı şu açıdan yetişkinlerin okuması gereken bir çocuk kitabıdır: İnsanlığa çocuğa karşı şefkatli olması gerektiğini anlattığı ve hatta öğretmeye çalıştığı için. Yazan biri neyi nasıl yazarsa yazsın doğmuş her insanın implant bir hafıza (ben çocukluk diyorum buna), kendi kendine konuşan ilahi bir uzuv gibi otobiyografik unsurlar temelini oluşturan çocukluğu bir kaynak olarak kullandığını hepimiz biliriz, bizim koca Yaşar Kemal'imiz de böyleydi. Henüz çocuk yaşında Yalnızlık adlı şiirini de bu kaynağa baka baka yazmamış mıydı? Fakat hiçbir kitapta çocukluğun ne kadar ağır bir travma ve ne kadar büyük bir yalnızlık zamanı olduğunu bu kitaptaki kadar derin işlendiğine pek denk gelemeyiz. Vasconcelos Şeker Portakalı ile kendi çocukluğuna kendi inmiş bir yazar olmanın dışında insanlığa çocuklukla ilgili şefkat dersleri de vermiş bir yazardır. Şeker Portakalı küçücük bir çocuğun kocaman dünyasında hayallerin köklerine nasıl can verdiğini anlatmıyor sadece. İnsanın büyüdükçe dünyanın küçülen bir yer olduğunu da söylüyor, eğer o mutsuzluğun içinden çıkamazsa.
Dünyanın her yerinde iki çeşit ebeveyn vardır. Biri çok zalim, biri çok şefkatli… Birileri acımasız subaylar gibi yetiştirir çocuklarını, birileri köle gibi. Akran zorbalığı da böylece çıkar ortaya. Sosyal eşitsizlik. Eğitimde eşitsizlik. Hayat boyu eşitsizlik… Her iki çeşit ailenin de çocuklardan beklentisi itaat ve bağlılıktır. Çünkü insan ağaç budamayı da çocuk yetiştirmeyi de bilmez aslında. Bu bir sömürü düzenidir. Her şey gibi istismar da şiddet de sömürü de evde, ailede başlar. Fakat bütün bunlar eve de dışarıdan girer. Yönetim biçimleriyle, devlet politikalarıyla, sosyo-ekonomik dayatmalarla, mahalle baskısıyla. Hem en güzel kanatları onlar çırpsın isterler hem uçup gitmelerine izin vermezler. Ve bazen uçmaları için gereken hiçbir şeyi de yapmazlar. Yapamazlar. Ama şu var, disiplin delisi bir subay ya da köle fark etmez. Nasıl yetişirlerse yetişsinler bir gün itiraz etmesini, zincir kırmasını öğrenirler. José Mauro De Vasconcelos o zinciri çocukluğuna dönerek kırmış bir yazar. Nesnelerden önce insanı tanıdığını göstere göstere yazmış olması da biraz bundandır. Tıp eğitimini yarıda bırakıp çok farklı alanlarda çalışarak hayatta kalmaya çalışmışsa da yazmanın içinde söyleyecek sözü olan herkesi çekip çekiştirip bir masaya oturtmasına o da kapılmış ve Şeker Portakalı'nı bir rivayete göre yirmi yıl kadar içinde taşıdıktan sonra sadece on iki günde kaleme almıştır. Bu kadar kısa bir zamanda bu kadar etkili bir kitabı yazabilmiş olmak elbette yazma motivasyonunu aldığı kaynağın kendi gerçek hayatına bağlı öğeler olduğunun kanıtıdır.
Bir süre yasaklanan kitaplar arasında adı geçen bu kitabın insana her şeye rağmen kırılmaz bir umut ve inat aşıladığına inandım hep. Bu nedenle aslında yasaklanmasına mazeret gösterilen her şey birer saçmalıktı. Asıl neden yetişkin doğmuş ya da ne kadar büyürse büyüsün insanda çocukluktaki uyanıklığı, cesareti, inadı, sorgulamayı ve hakkı olanı almaya çalışma arzusunu uyandırmasın diye yapılmıştır. İnsanları uyandıran şeyleri hiçbir yönetim tasdik etmez çünkü. İtaat, bağlılık bir kölelik geleneğidir. İnsanlar hayal kursunlar bile istemezler çünkü. Dünyanın bu katı kanunu bir huy gibi kemikleştiği için her şey ne kadar değişirse değişsin -biz öyle sanırız- ebeveynlerle çocuklar arasındaki bu ilişki biçimi hiç değişmez. İnsanların görünürde çocuklarıyla aralarında kullandıkları dil ne kadar yumuşa da. Çünkü çocuk bir anlık ihmal ile ziyan olur. Böylece yeryüzündeki çoğu çocuk bir kutsal kitapta Kaderinizi sizin çabanıza bıraktık cümlesiyle baş başa kalır. Zezé o çocuklardan biri. Okunduğunda ve okunup bittikten sonra bile okurunun oturup yanında kendisiyle konuşmak istediği bir roman karakteridir. Tıpkı ikinci bölümü başlatan epigrafyadaki küçük İsa gibi. Naçizane bir tavsiye olarak şunları da ayrıca söylemek istiyorum: Şeker Portakalı bir başucu kitabıdır. Bir çocuk nasıl büyümeli, nasıl yaşamalı, bir çocukla nasıl konuşmalı ve tabii Zezé nasıl iyileşti ve nasıl yaşadı merak edenler için bir seriye dönüşen bu üçlemenin diğer iki kitabı olan Deli Fişek ve Güneşi Uyandıralım adlı kitapları da okumalısınız. Çünkü duymak istediğiniz sözleri sadece kitaplarda bulursunuz. İnsanın acısını başlatan da bitiren de insandır ama insana insandan çok kitaplar iyi gelir. İyi ki kitaplar var.