Çın çın ötüyor yüreğimin kökünde şu dünyanın ıssızlığıTanrı kimsenin başına vermesin böyle bir yalnızlığı1
Bugün kırk yaşın ağzındayım. Bazen sanki insanı sadece üzen bu düzenin dişleri arasında kalmış gibi bazı kitapların arasında paramparçayım. Bir sürü insanı çok özlüyorum. “Özledim” demek yetmiyor. Çünkü özlem kimseyi geri getirmiyor. Gülhane’de, surların dibinde, Yaşar Kemal’in şehre geldiği ilk günler parasızlıktan, gidecek yeri olmadığından, günlerce -İnce Memed henüz el yazısıyla sayfa sayfa elindeyken-masalını başına yastık edip uyuduğu bankın (şimdi o bank yok orada) olduğu yerde durup durup içlenirim bazen. Paralı, yatılı, soğuk bir yetimhane gibiydi onun için de o günler. Yastan mı yapılmış, yas tutmak için mi bilmem ama bu dünya bir yetimhaneden başka neye benzer ki? Bazıları sadece konuşur, bazıları sadece dinler. Yaşar Kemal hem konuşur hem dinlerdi. Artık neredeyse yok böyle insanlar. İnsan özlüyor tabii, özlemez mi? “Sokaktan geldik” diyen yazanların sokak neymiş bilmeden attıkları nutukları duyunca “Bu sokaklardan, bu zindanlardan Yaşar Kemal geçti!” Diye bağırasım gelir. “Konuştuğun gibi yaz” demişti. O küçük “çirkin kara kız”a. Konuştuğum gibi yazacağım şimdi. Her satırımın altını onu ne kadar çok özlediğimi göstermek için çize çize. İçinde acı acı bir ezgi dönüp durup yükselirken yine de gülümseyen, gönül kırmayan, bütün insanları seven Yaşar Kemal’i çok özlüyorum ben.
Yaşar Kemal yetişkin doğmuş tek gözlü bir devdi. Susmuş ırmağı coşturan gürül gürül sesi daha o yaşta yüreğimi kabartmaya yetmişti. Çok küçük sayılacak bir yaşta tanıdım Yaşar Kemal’i. ‘Türkiyeli bir Kürt yazar’ olarak. Bir fuar günü bir kalabalık, bir arbede eline ayağına dolandığımda beni omzumdan tutup doğrulttuğunda, babam ardından “Bak bu Yaşar Kemal, Çukurovalı Kürt yazar” deyip onu parmağıyla gösterdiğinde -ardından göğsü kabara kabara- Yaşar Kemal’i babamın öğretmeni bilmiştim. Fark etmiştim ki Yaşar Kemal babama ne güzel şeyler öğretmişti. Çünkü babam onu okurken bilincini şekillendirmişti. Bir insanın bir insanla birlikte yetiştiğini, geliştiğini görmüştüm böylece. Güzel konuşmak sanat mıdır, sünnet midir bilemem. Güzel konuşmak güzel şeydir işte. Güzel konuşanlardan güzel şeyler öğrenirdi elbette insan. Küçük bir atölyesi vardı babamın. Marangozdu. Az konuşur, çok çalışırdı. 90’larda eve öyle her kitap giremezdi. Komünist oluruz diye korkarlardı galiba. Atölyeye gittiğimde tek tük kitaplar bulurdum ama. Aziz Nesinler, Fakir Baykurtlar, Behice Boranlar, Uğur Mumcular… Talaş kokardı kitapları. Oyma tezgâhının bir ucunda öylece dururlardı, gazetelerin altında, toz içinde. Beni çağıran sesler fışkırırdı sanki o kitaplardan dışarıya.
Yaşar Kemal çok Kürtçe konuşamazdı ama anlardı. ‘Halden anlamak’ buradan geliyor sanmıştım o zamanlar. Bu dünyanın bütün dillerini biliyor gibiydi. Benim çocukluğumda bir yazarın Kürt olduğunu söylemesi, Kürtçe bir şeyler söylemek istemesi, “Kürtçe bir dildir” demesi edebiyattan daha ileri bir şeydi, var olma nazarında bir hukuk mücadelesiydi. İnsanca bir şeydi. Ana dil anadan doğma bir şeydi, anadan gelirdi. İnsan doğuştan bir özelliğini nasıl kesip atsındı ki? Yaşar Kemal “eşkıyanın kızı” dediği anasına hayran bir adamdı. Belki de bu yüzden severdi, dünyanın bütün ana dillerini. Çünkü çoğu insan, “Ben Kürdüm” demeye hem korkar, hem utanırdı. Yaşar Kemal bu utanmayı, bu korkuyu söküp atmıştı; hem kendi kalbinden hem onu okuyanların içinden. Onu okumayanlar bile tanırdı. Yaşar Kemal haksızlığa uğrayan herkesin yanındaydı. Ya tanık ya sanık olurdu, katılmadığı dava yoktu. Bu kevr-u mekândan kendi olarak geçip gitti. Yeryüzünde bir anda belirmiş en muhteşem var olma biçimiyle. Heybetli, coşkulu, sevinçli, içi dolu dolu kuş sesleriyle ve gözleri her şeyi bilen birinin gözleri gibi buğulu. Onun “eşitlik, adalet herkes için” deyişi bir el sıkışmada saniyeler içinde sarmaşıkların insanın bütün gövdesini sarıp sarmalaması gibiydi. Sanki tanrı gözünü onun gönlüne koymuştu, görmek için dünyayı. Bir fırtınadan geçmişti, fırtına dindiğinde rüzgârın sesi kalmıştı kulaklarında. Gözünün içinde dünyayı görmüş, insanı tanımış, kalbi incinmiş küçük inatçı, cesur bir çocuk vardı. Gözünün içine bakan herkese bu cesaret bulaşırdı. Gözünün içinde Çukurova’dan Adana’ya yürüyerek giden destancı bir çocuk vardı. Küçücük bir çocuğun sadece bir çocuk olmadığını bir kayıt cihazı olduğunu bu yüzden en iyi o bilirdi. İnsan bazen bir anda dönebiliyor sırtını dünyaya. Çocuk yaşta bile. Yaşar Kemal bunu bilirdi ama sırtını dünyaya hiç dönmemişti. Bunu daha çocukken tecrübe etmişti. Çünkü çocukluğun ‘kayıp dönem’i yoktur. Yetişkinler öyle zanneder. Bunu yetişkinler uydurmuştur.
İnsan ilk etapta uzaktan bakınca sanıyordu ki, pek bir şey görmüyor. İnsanı asıl bu kadar ünün, şöhretin kör ettiğini sanıyor. Oysa bir tek gözüyle insanın içini okuyordu Yaşar Kemal. Bir masal diyarından gelmiş gibiydi. Hem Dostoyevski hem Homeros’tu. Onun bir tek gözü yaşarınca insan boğulacak gibi hissediyordu kendini, bu bir başınalığın içinde. Ben çoğu şeyi okuyarak, yazarak ama çoğu şeyi durup uzaktan insanlara bakarak öğrendim. O da öyleydi sanki. Bir tek farkla, o insanların arasında olmayı seviyordu. O insanları seviyordu. İnsanı sevgi iyileştirir, o buna inanıyordu. Yoksa beni böylece peşinden sürükleyemezdi. Her genç yazan gibi ait olmadığı yerde olduğunu bir şekilde hissedenlerdendi. Öksüz çiçeği gibi dururdu istenmediği yerlerde. Hem çirkin, hem de rengârenk. Bir yaban otu gibi öte yandan… Ne yapsalar ne etseler hiç gidemedi yurdundan uzağa, kök salmıştı, en sevdiğini yitirdiği bu ülkede. Gönül kırmanın cinayetle eşdeğer olduğunu söylerdi. Ve insanların en kötüsünün bile bu yüzden gönlünü kırmıyor, gözünün içine bakıyordu. İnsanların birbirlerine duyduğu bu yersiz öfke, bu gereksiz kıskançlık, bu kendini yiyip bitiremeyen kibir onu kirletemiyordu hiç. İnsanı tutup bir değersiz nesne gibi bir görünmeze, bilinmeze fırlatıp atma isteği diğer insanların, yalnız onu eğip bükemiyordu. Buna benzer bir duyguydu tas tamam, Yaşar Kemal’in bir gözünü bir bayram sabahı bir bıçakla bir kazanın karartması. Sahi, o kocaman gövdelerin içinde kalbin kırılan bir şey olduğunu niye kimseler bilmezdi?
Çocuktum ama akranım gibiydi. Aynı kültürün, aynı toprağın insanıydık çünkü. Çukurovalı değil, Türkiyeli. Kimin neyi neden yaptığını az çok bilirdik. Bunu ona da söylemiştim. Çünkü belaya ve kazaya herkes gibi inanamayanlardandım. Gülümseyip başını önüne eğmişti. İnsanın her şeyi gören bir tek gözü olsun, şüphe yok ki, dünyayı elini bir kaya parçasının altında gibi kalbinin üzerinde hissederdi. Güzel adının üzerine bir başka ad koymuştu ilk gençlik yıllarında. Çünkü bırakmamışlardır ki, insan kısacık bir zaman olsun da, o zaman dilimi içinde kendi olsun. Varlık, Kovan ve Ülkü gibi dergilerdeki yazılarını Kemal Sadık Göğçeli imzasıyla yazmıştır. İlk kitabı Ağıtlar‘ı da yine bu isimle çıkarır. Bugün olduğu gibi o günlerde de kendi olana tahammülü yoktu kimsenin. İnsan, insanın soykırımı için inmiş gibi yer yeryüzüne. Bana niye hep böyle gelir bu? Hiç gün yüzüne çıkmamış metinleri o yıllar jandarmanın bacasında tütmüştür.
Henüz dünyayı anlayamaz yaşında bir cami avlusunda babasını öldürdüler. Babasızlık da bir nevi mekteptir. Ah ki, bu dünya insana neler neler öğretir. Ne zor şeydir değil mi? Tanrı’nın evinde, Tanrı’nın divanı üzerinde bir çocuğun babasının ölümünü görmesi. Ben de olsam, uzun yıllar konuşmazdım kimseyle. Onlar böylesi şeyleri pek bilemezler. Bir bıçağı bir insan kalbinin tam da ortasına indirirler. Sanki ölmeyecekmiş de bıçak yarasından ibret alacakmış gibi. En çok da bu yüzden bütün yakınlıklar marazdır, insanı gamdan öldürür bütün iyilikler. Böylece yazdığı bütün romanlar bir yana, ilk yaptığı şey şiir yazmak olmuştur. Babasının cenazesi başında sabaha kadar oturup Yüreğin yanıyor! Dediğinde tutulan dili türküler söylediğinde, şiirler yazdığında iyileşmiştir. Yalnızlık koyup adını henüz on yedi yaşının... Ne de güzeldi, içinde ağlayan birinin sesi gibi ağzının içi. Ben onun şiiri nasıl sevdiğini, bir türküye eşlik ettiğini işittiğimde fark etmiştim. Sesini ilk duyduğumda küçücük bir kara kızdım. Söylediği türkü bitince, kekelediğinde, babasını hatırladığını düşünmüştüm. İnsanın gözleri ne güzel icattır Tanrım! O susunca, gözleri konuşur. Tabiata, kitaba ve buna inanmıştım. Ben bu dünyaya o zamanlar da kızgındım. Bilirdim, ‘yalnızlık’ kelimesinin bu dünyadan daha ağır olduğunu, ne kadar büyüse de bir çocuk için.
Kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerdesin.
Su olsan kimse içmez.
Yol olsan kimse geçmez.
Elin adamı ne anlar senden?
Çıkarsın bir dağ başına,
Bir ağaç bulursun.
Tellersin pullarsın.
Gelin eylersin.
Bir de bulutları görürsün,
bir de bulutları görürsün.
Bir de bulutları görürsün,
Köpürmüş gelen bulutları…
Başka ne gelir elden?
Çın çın ötüyor yüreğimin kökünde şu dünyanın ıssızlığı
Tanrı kimsenin başına vermesin böyle bir yalnızlığı!1
Daha o yaşlarında ağıtlar dinledi, tekerlemeler derledi ve sonra, çok sonra bir folklor derlemesi olan Ağıtlar (1943) yayınlandı. O yıllar da bir curcuna, tabii insanlar hep aynı biçimde ilgisiz veya az ilgili bir tavır içinde böylesi şeylere. Yine de Yaşar Kemal, hamurundaki içtenlikle bu kitabın özünü oluşturan tekerlemeleri, ağıtları derledi. Bu kadar iyi bir romancı, öykücü olması elbette şiirle ilgilenmiş olmasından ileri geliyordu. Ben bayılırım böyle şeylere inanmaya. Ne de olsa insanı inancı yaşatır. İnancın yere düşerse silahın da düşer!2 İnsanın sesi ne kadar bet de olsa, bu dünyadan güzeldir. Oturup bir türküyü bağırıp içini dökercesine söylediğinde… İşte hayatının bu anlarında devreye hep şiir girmiştir. İnsanın içini bir iğne ucuyla oyup oyup kazmasıdır şiir. İlk yaranın tazeliğini koruyabilmesi için. Sanayileşmenin bir veba gibi yayılıp toprağı kör, insanı köle eylemesinin sonucudur bu biraz da. Koşup bir tepeye çıkıp gömleğinin önünü bir hamlede yırtıp açıp göğsünü rüzgâra açmasıdır şiir. Bir yangın yerinde bir damla suyun kaynayıp kaynayıp dökülmesidir, içine içine insanın. O öyle müthiş bir şairdi ki mahpustan Orhan Veli’ye yazıp gönderdiği şiir için Orhan Veli, Sait Faik ile yaptığı bir röportajda Türk dilinin en güzel şiiri3 demiştir.
Akşam olur mahpushane kitlenir
Kimi kâğıt oynar kimi bitlenir
Kiminin temhizden evrakı gelir
Düştüm bir ormana yol belli değil
Yatarım yatarım gün belli değil
Mahpushane içinde üç ağaç incir
Kolumda kelepçe boynumda zincir
Zincir sallandıkça her yanım sancır
Düştüm bir ormana yol belli değil
Yatarım yatarım gün belli değil
Böylece yazmak eylemini başlatan Yaşar Kemal, bir süre sonra Karacaoğlan’ın pek bilinmeyen şiirleri üzerine de çalıştı. Modern bir şair ararsanız, Karacaoğlan ile bugün bile çarpışamaz, yarışamazsınız. Elbette ki, bir kelime pek çok şeyi alabilir içine. Fakat şiir, şair ne isterse okuruna onu söyletir. Ve şiir, romanlarını besledi onun böylece. Tanrı insanı daha beş yaşında yetişkin olmak zorunda bırakmasın. Yaşar Kemal çok acele büyümüş bir insandır. ‘Kültürümüz’ dediğimiz şu bozuk düzenin bütün çarklarından geçmiş, ezilmiştir. Babasının ölümüyle, annesinin yengesine kuma olduğu günler alıp başını gitmek onun da içinden geçmiştir. Bu eşkıyalar, efsaneler, masallar, bu alıp başını gitmek isteyip de gidememenin, kalmanın ürünüdür. Bu destansı anlatıcılığını da annesinden almıştır. Tıpkı İnce Memed gibi. Romanındaki dağ ateşini tutuştururken de daha çocukluğunda alev alan yüreğiyle harlamıştır. Acıdan üstün acının Türkçesi elbette ki Yaşar Kemal’in kendisidir.
Yaşar Kemal deyince, aklıma tecrübe gelir. Tecrübe insanı büyütürken hırpalayan zalim bir mürebbiye gibidir. Bir üçüncü buluşmada, o hep gülümseyen bir adamdı, içimden, “bir başına oturup çok ağlamış mıdır?” Sorusu geçmişti. Bu kadar gülümseyen bir adamın içinde bir ukde olmalıydı. Yarım kalan bir hayatı yazarak tamamlayan Yaşar Kemal’in edebiyatını anlamak için sadece edebiyatla ilgilendiği, siyasal alanda çabalar sarf ettiği yılları irdelemek yetmez. Yaşamına da eğilmeli. Geçmişine. Pek tabii her yazarın kimi eserleri hayatıyla örtüşür. Gerçek edebiyat da buradan gelir. Aksi halde ne sahicidir, ne de öğretici. Bu özerkleri muhtevasında taşımayan eser kalıcı değildir. Yaşar Kemal, bu toplumu o denli içeriden iyi tanıdığını her kitabında göstermiştir. Demirciler Çarşısı Cinayeti kitabının girişinde yer alan, dillere pelesenk olan O iyi insanlar o güzel atlara binip gittiler. Demirin tuncuna insanın piçine kaldık cümlesi, her kaybın ardından atıfta bulunulan bir özdeyiş, sıkı dizeleri olan bir şiirden alıntı gibidir. Yaşar Kemal’in içinde durmadan bağlama çalan, sesini mayınlı bir tarla gibi attığı her adımda patlatan bir dengbej, bir şair vardı bu yüzden hep.
Yaşar Kemal, çocukluğunu bir yetişkin olarak yaşamıştı. Bütün kitaplarında korkularının üzerine yürüyen karakterlere can vermişti. Onca yerinden onca kez kırılmış bir kalbinin olmasına rağmen yine de her defasında insanı sevmeyi öğütlemişti. Ondaki sabır Tanrı’nın gökleri ayakta tutsun, yeryüzü sallanmasın diye yarattığı dağlarda yoktu. Uzun yaşamı boyunca pek çok kere yargılandı. Ve yargılananları hiç yalnız bırakmadı. 185 kişinin yargılandığı bu yargılanmalardan birinde -Aziz Nesin de ölümüne değin yargılananlar arasında olmuştur- Yaşar Kemal, kendisine atfedilen metnin aslında Kafka’ya ait olduğunu söylediğinde, hâkim Kafka’nın dinlemesi gerektiğine karar verir ve kâtibine şöyle seslenir: Yaz kızım, Kafka buraya gelecek! Böylece hakkında bir başka ‘Dava’dan yakalama kararı çıkarılan Kafka, doğumundan yüz on üç, ölümünden yetmiş iki yıl sonra altı ay hapse mahkûm edildi. Yaşar Kemal neredeyse hayatı boyunca yargılandı. Pek çok kitabı pek çok ödüller aldı, sinemaya uyarlandı. Şiirleri bestelendi, türkülerle dilden dile yerleşti. İnce Memed5 bu topraklara biraz da böyle sindi, yerleşti. Destanlaştı. Kitapları pek çok ülkede pek çok dile çevrildi, bu ülkede istenmeyen, bir sabah bir gazetede “Vatan Haini”6 ilan edilen Yaşar Kemal gittiği her yerde bu ülkeyi temsil etti. Fakat hiçbir zaman Kafka’nın ülkesinde, Kafka’nın kendi ülkesinde düştüğü duruma düşmedi. Dünyanın alkışladığı, ödüllere boğduğu bir adam bu ülkede hayatı boyunca yargılandı. En çok da bu yüzden Yaşar Kemal sonsuza kadar…
1.Yaşar Kemal 17 yaşın şiiri ‘yalnızlık’
2. Albert Camus
3. Yaşar Kemal’in Orhan Veli’ye yazdırdığı şiir.
4. Yaşar Kemal - Orhan Veli.
5. İnce Memed Türküsü: Zülfü Livaneli
6. Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan bir dizi yazı. 19.8.97