Siz bu yazıyı okuduğunuz sıralarda Kanada'da Noel kutlanıyor olacak. Bir hafta boyunca hayat duracak. İnsanlar hiçbir şey yapmama özgürlüğünü kullanacak. Yenilecek, içilecek, dostlarla ve aileyle zaman geçirilecek. Müsaadenizle ben de bu hafta hiçbir şey yapmama özgürlüğümü kullanıyor ve sizi "Kanadalılaştıramadıklarımızdanmızdan mısınız?"dan bir bölümle baş başa bırakıyorum.
Havalar erken kararmaya, yağmur beynimi delen tık tık sesiyle günlerce, haftalarca hiç durmadan yağmaya başlıyor. Nadiren gerçekleşen bir doğa olayı olarak güneş yüzünü gösterdiğinde, yolun ortasında dakikalarca boş boş duran, bir damla D vitamini için canını verecek olan, anlamsız selfie’ler çekip 'sonunda' diye sosyal medyada paylaşan insan kesin Vancouverlıdır kardeşlerim. Nerede görseniz tanırsınız. Egeli bir insan olarak, bir gün güneş görgüsüzü olacağım hiç aklıma gelmezdi ama maalesef oluyorum.
Oysa güneşin içimi ısıtmasına ihtiyacım var. Ümit etmeye... Yazın tekrar geleceğine, sevdiklerime kavuşacağımı hayal etmeye ihtiyacım var. Sürekli gözlerim doluyor bu ara... Sosyal medyada 29 Ekim kutlama filmlerini görüyor, ağlıyorum. Hatta Cumhuriyet Bayramı’nda eve Türk bayrağı asmaya kalkıyorum da çocuklar "Anne saçmalama" diyerek engel oluyor.
Kız arkadaşlarımı devamlı rüyalarımda görüyorum. Bir keresinde Bodrum sahilinde buluşuyorum onlarla. Güneşli, ışıl ışıl bir gün; ayaklarım deniz suyunda, koşuyorum kızlarıma... Diyorum ki, "Sadece sarılmaya geldim. Hemen geri dönmem lazım." Uyandığımda sadece sarılıp geri dönmeye bile razı hissediyorum kendimi.
Ailemi özlüyorum, onları aklıma getirmem bile hangi ortamda olursam olayım, yemek yaparken, trafikte ya da yolda yürürken gözlerimden yaşlar fışkırmasına neden oluyor.
Türk yemeklerini özlüyorum sonra. Canım hiç olmadık şeyler çekiyor. Böyle bol kırmızı soğanlı, ekmek arası mangal köftesi, yanına piyaz! Adana usulü kuru dolma. Bol limonlu, maydanozlu lahmacun! İran marketinde turşu kavanozu görüyorum mesela, gurbet elde eski bir dosta rastlamış gibi oluyorum. Turşuyu görünce bu sefer aklıma döner geliyor. O gün bugün kendimi gece yarısı ağzımın suyu aka aka sosyal medyada döner resimlerine bakarken yakalıyorum. Pinterest’te döner panosu oluşturmamak için kendimi zor tutuyorum.
Bir gece de rüyamda koluma şişte döner dövmesi yaptırdığımı görüyorum. Bıçağını da piercing olarak yanına geçiriyorlar. Görenler çok cool buluyor! Başka bir gün, bir espresso markasının İstanbul isimli kahve çıkarttığını görüyorum. Kutu kutu aldığım kahvelere sarılıyorum, tezgâhtarın şaşkın bakışları arasında, markanın reklamının önünde boy boy fotoğraf çektirip heyecanla sosyal medyada paylaşıyorum. 'Deli' deme bak, vallahi başına gelmeden anlayamazsın. Memleket hasreti insana pabucunu ters giydirirmiş meğer!
Burada Türk arkadaşlarım olduğu için çok şanslıyım. En azından Türk kahvesi içtikten sonra şöyle fincanları ters çevirip, dilek tutup, birbirimize kendi dilimizde bir şeyler sallayabiliyoruz. Ama Türkçemi özlüyorum yine de... Sabah Mişka’yı gezdirirken, bahçesini çapalayan komşuma "Kolay gelsin," demek istiyorum, yerine "Hello," diyebiliyorum ancak. Ya da hastalanan birine "Geçmiş olsun," diyemeyip "En yakın zamanda iyi olmanı umarım," demek, sinirlerime dokunuyor. İngilizce çok yetersiz bir dil geliyor. Sanıyorum bu, dünyanın her yerindeki gurbetçi kardeşlerimle en büyük ortak derdimiz.
Her işimi kendim yapmaktan yoruluyorum. Christmas geliyor, arkadaşlarımın kocaları merdivenlere tırmanıp, neredeyse uzaydan görülecek şekilde evlerini ışıklandırıyor. Ben yapamıyorum. Aldığım 5 metrelik aydınlatmayı ağaca doluyorum yalandan... Bir ışıksız bizim evimiz kalmasın diye...
Esas benim ışığım sönmüş durumda. Boşluktayım. Böyle içim bomboş, kupkuru. Sanki ruhum bedenimi terk etmiş, uzaktan izliyorum kendimi. Buraya alışmak için nasıl debelendiğimi... Hayatım boyunca beni ben yapan her şeyi ve herkesi geride bırakmış durumdayım. Çocuklarım ve Mişka hariç.
Sanki bir bilgisayar programıymışım gibi, kendime yeni bir format atmaya çalışıyorum ama olmuyor, sistem sürekli çöküyor. Sanırım depresyondayım. Ve yılbaşının yaklaşıyor olmasının bunda büyük katkısı var. Arkadaşlarım göçtükten sonraki ilk 6 ayın en zor zaman olduğunu, buraya 3 yıldan önce gerçek anlamda alışamayacağımı ama her geçen gün işlerin daha kolaylaşacağını söylüyorlar. Yılbaşı gibi özel zamanlar, insana alışkanlıklarını, rutinlerini hatırlatması açısından çok zor zamanlar.
Buradaki Türk arkadaşlarımla da rutinlerimiz oluyor. Şükran Günü’nden Kurban Bayramı’na, Cadılar Bayramı’ndan yılbaşına geniş bir kutlama portföyümüz var. "Deliye her gün bayram" dedirten cinsten... Vallahi bak... Misal Şükran Günü’nde 40 yıllık Hristiyan aileleri gibi sofranın etrafında el ele tutuşarak, Allah’ın bize verdiği nimetler için şükrediyor, sonra Muharrem Ayı’nda aşure yapıp komşulara dağıtıyoruz. Ramazan Bayramı’nda birbirimizi ziyaret edip Türk kahvesi, likör, lokum eşliğinde, ellerimizi öpen çocuklarımıza bayram harçlığı veriyor, Cadılar Bayramı’nda Zombi kılığına girip, ev ev dolaşıp şeker toplayan çocuklarımızın peşinden koşturuyoruz.
Yeni geleneklerimiz oluyor hayatta. Tüm bunlar için minnettarım ama yine de içim bomboş. Dört aile birleşip ormanın içinde bir göl evi kiralıyoruz bir keresinde. Eve toprak yoldan ulaştığımızı ve yolun girişinde doğal hayata dikkat çekerek "Proceed at your own risk"* tabelası olduğunu söylememe artık gerek yok herhalde. Bence ayılar ve çakalların aldığı risk daha büyük. Ne de olsa, kıyıda ateş yakıp, rakı kadehlerini tokuşturarak hep birlikte "İnleyen nağmeler ruhumu sardı. Bir rüya ki orda hep şarkılar vardı. Uçan kuşlaaaar, martılaaaar..." diye Zeki Müren’e eşlik eden bir insan türünü hayatlarında ilk kez görüyorlardır.
Gurbetçi arabesk olur kardeşlerim. Türkiye’de kırk yılda bir dinlediğim müzikler özlemden burada can yoldaşım oluyorlar. İki kadeh içince gözlerim yaşlı Batsın Bu Dünya’dan Nikah Masası’na, İtirazım Var’dan Kum Gibi’ye Spotify’ı bile ağlatacak olan çalma listeme bağlanıyorum. İlk Christmas gecem de farklı olmuyor. Şömineyi yakıp, kendime bir kadeh rakı dolduruyorum. Sonrası Türk’ün Christmas’la imtihanı...
"Efkârım birikti, sığmaz içime
Bin sitem etsem de azdır kadere
Gülmeyi unutan yaşlı gözlere
Mutluluktan haber ver dilek taşııııııı" ile başlıyor,
"Gel sen ne çektiğimi bir de bana sor
Nerde nasıl yaşarım bir de bana sor
Evlerin ışıkları bir bir yanarken
Bendeki karanlığı gel de bana sooooor" ile son kadehleri yuvarlıyor, İsa’nın doğuşunu kutluyorum.
Hayırlı Noel’ler o halde kardeşlerim...
* Risk alıyorsanız ilerleyin.