Kazakistan’da gaz fiyatları gerekçesiyle kimsenin beklemediği bir anda insanlar sokaklara döküldü. Birkaç gün içinde Rus askerlerinin müdahalesi, binden fazla sivilin ölümünün ardından olaylar bastırıldı. 5 Ocak ayaklanmasını “Amerikalılar mı İngilizler mi örgütledi” yoksa “yoksulluğa, otoriterliğe daha fazla tahammül edemeyen Kazakistan toplumunun içgüdüsel tepkisi miydi” tartışmaları sürecek elbette.
Ama bence çıkarılacak en önemli ders toplumsal muhalefet örgütlü değilse, toplumun umuduna ve desteğine yaslanan bir muhalefet hareketi, siyasi önderlik yoksa kurulu düzene karşı kendiliğinden ya da manipülasyonlarla oluşan her kalkışma toplumları daha da geriye götürüyor. Olanları ve olacak olanları o toplumun dertleri, umutları, ihtiyaçları, talepleri değil küresel siyasi ve ekonomik yeni bölüşüm kavgasının aktörleri, güçleri belirliyor.
Arap Baharı sürecinden çıkarılacak en önemli derslerden birisi de buydu. Eğer toplumun desteğini kazanmış bir muhalefet yoksa toplumların gerçek dertleri, değişim talepleri değişimi üretmeye yetmiyor. Yalnızca var olan iktidar mekanizmalarına, otoriterliğe, keyfiliğe, yoksulluğa örgütsüz itiraz bireysel ve yaygın şiddeti üretiyor, manipüle edilebilir hale dönüşüyor ve karmaşaya, kaosa giriliyor. Örgütsüz, öfkeli tepkiler can yakıcı biçimde bastırılırken ya devletsizleşme süreci başlıyor ya da daha sert bir otoriterleşmeyle sonuçlanıyor.
Muhtemelen bir hafta sonra gündemimizde Kazakistan kalmayacak, tıpkı Ukrayna gibi. Son yıllarda yeniden şekillenen ve hızlanan küresel siyasi ve ekonomik egemenlik bölüşüm kavgası her gün başka bir ülkede insanların ihtiyaç ve taleplerinden bağımsız olarak genişlemeye devam ediyor.
Derdim dış politika yazmak değil. Ama küresel ölçekte yaşanan her şey doğrudan Türkiye’yi de ilgilendiriyor, dersler içeriyor olduğunun da altını çizmek.
Dünyada bunlar olurken Türkiye’de toplum ekonomik buhranın şiddetindeki hızlanma nedeniyle artık bireysel geçimleri üzerindeki kontrolünü bile kaybetmenin getirdiği panikle afallamış durumda.
Son iki yıldır süren ve son bir aydır başka bir hıza ve yoğunluğa ulaşan pandemi ve ekonomik buhran toplumda yalnızca çaresizliği değil müthiş bir hayal ve gönül kırıklığını da besliyor. Herkes kendi yaşadığı alan ve sorunlar üzerinde de hanesinin geçimi konusunda da maharetini kaybederken asıl kurulu düzene, devlete, yönetime, siyasete karşı bir gönül kırıklığı içinde.
Bu gönül kırıklığı ağırlıklı olarak ümitsizlik içeriyor. Kimse sorununun nasıl çözüleceğini göremiyor. İnsanlar giderek yalnızca ülke için değil kendi gelecekleri için de hayallerini, ütopyalarını yitiriyor.
Toplum adeta nefesini içine çekiyor, havayı ciğerlerinde biriktiriyor. Bugünün ruh halinin içindeki toplum ile bir yıl önceki, beş yıl önceki ve hatta üç ay önceki toplumun aynı olduğunu sanmak doğru değil. Toplum da canlı bir organizma olarak her gün yaşadıklarıyla beraber değişiyor.
Tam da bu nedenle siyasete ihtiyaç var. Gidişata itirazı olan muhalefetin siyaset tarzını da stratejilerini de değişen bu ruh haline göre yeniden düşünmesine ve örgütlemesine ihtiyaç var.
Bir yıl önceki siyaset tarzı ile devam etmek mümkün değil artık.
Muhalefetteki aktörlerin şimdilik başarabildikleri CHP, İYİ Parti ve Saadet Partisi ittifakının sürdürülmesi yönündeki kararlılıkları. İktidarın açık veya örtük hamlelerine karşın Millet İttifakı’nın süreceği konusunda kararlılık olduğu anlaşılıyor. Hatta DEVA ve Gelecek Partilerinin seçimde bu ittifaka dahil olmaya itirazlarının olmadığı da görülüyor.
Yine muhalefetteki partilerin cumhurbaşkanı adayı konusunda Kemal Kılıçdaroğlu’nun kararına itiraz etmeyecekleri, bu konuda Kılıçdaroğlu’nun ve CHP’nin öncülüğünü kabullendikleri de görülüyor. Aday meselesinde artık yetki de sorumluluk da Kılıçdaroğlu’nda.
Bir yandan da anayasa konusunda bir ortak çalışma grubu kurulmasının yanı sıra her partinin ayrı ayrı ekonomik programlar, vaatler üzerinde çalıştıkları da kamuoyunda biliniyor.
Son bir yılda başarılabilen bu. Mesele de burada başlıyor zaten. Bunlar yeter mi?
Bana kalırsa hayır. İttifakı oluşturmak ve sürdürmek meselesi bir bakıma zorunluluktu zaten. Bu yönetim ve seçim sistemiyle “yüzde 50+1’e ulaşmak için ittifaklar dışında seçenek yok. Bugün birçok yeni parti hayatımıza girmiş olsa da bu sistem sürerse, partiler arası birleşme çabaları önümüzdeki dönemin siyasi gündemlerinden birisi olacak.
O nedenle ittifakı sürdürüyor olmak o kadar da başarı değil, zorunluluk. Esas olan en çok harfin bir araya geldiği ittifakı oluşturmak değil toplumun beklentilerine cevap üretecek siyaseti oluşturmak.
Her türlü muhalif hareketi 15 Temmuz alçaklığı parantezine alacağını ilan eden iktidara “zaten biz sokağa çıkmayacağız” demek, muhafazakârları kızdırmayacağını sanarak çaresizlikle intihar eden tıp öğrencisi Enes Kara için açık tavır alıp denetimsiz cemaat yurt ve faaliyetlerini tartışmaktan kaçınmak, bürokratik mekanların zincirli kapıları önünde fotoğraf vermek değil toplumun beklediği muhalefet.
Muhalefet toplumun çaresizliğinin, afallamışlığının, umutsuzluğunun önüne, kasırganın gözünden bir çıkış ışığı, umudu inşa etmek zorunda. Böyle bir umudu inşa etmeden, bu umudun gerçekleşebileceğine, gerçekleştirebilecek liderin, kadroların, vizyonun ve yol haritasının kendilerinde olduğuna dair güveni inşa etmeden başarı şansı yok.
Elbette başarıdan ne anlaşıldığı kritik soru. Eğer başarı yalnızca yüzde 50+1 oy alarak cumhurbaşkanlığını kazanmak ise başka, düzeni, yönetim sistemini değiştirecek siyasal güce ulaşmak ise başka durum ve gereklilikler konuşuyoruz. Siyasal gücü yetersiz bir cumhurbaşkanlığı kazanılması “kazanırken kaybetmek” anlamına da gelebilir. Yargıyı, eğitimi, toplumsal barışı yeniden yapılandırmayı hedeflemeyen, bunu sağlayacak siyasal gücü de olmayan yeni cumhurbaşkanı ile başka sorunlar yaşanacağını tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok. Hem reel hayatın basıncı hem tüm mahareti çözülmüş bürokrasi hem küresel bölüşüm kavgaları ve Türkiye’nin dış politika çıkmazlarının üreteceği sorunlar hem de seçimi kazandığını sanan blokun kendi iç siyasi çekişmeleri çok daha başka ve büyük sorunları karşımıza çıkarabilir.
Muhalefet önce siyaset tarzını değiştirmek zorunda. Yalnızca “Erdoğan gidecek” söylemi yetmez, yetmiyor da. Üstelik tüm bir seçim sürecini bu mantığa kilitlemek, Erdoğan’ın siyasi maharetini küçümsemek, iktidarın beceriksizliklerini ve polisin, mahkemelerin, maliyenin denetim gücüne dayalı siyasi alanı daraltma politikalarının üreteceği itirazı kazanmaya yeterli görmek yanıltıcı olur.
Doğru veya yanlış diye etiketlenebilse de AK Parti’nin dayandığı, beslendiği bir sosyolojik küme var ve o kümenin duyguları, korkuları, umutları var. Ya o kümeyi suçlayarak ya da hayali bazı sosyolojik kümeler icat edip yine o tahayyüle dayalı söylemlerle onları değişime razı ettiğini sanmak da doğru değil.
Tartışmaları meseleler üzerinden değil aktörler üzerinden yürütmenin risklerini, Erdoğan karşısında Ahmet, Mehmet seçimine dayalı bir sürecin Erdoğan’a açtığı fırsat alanını muhalefet aktörlerinin görmüyor olması anlaşılabilir değil.
Muhalefetin iki katmanlı yeni bir stratejiye ihtiyacı var. Birinci katman seçim sürecine, kampanyaya, iletişime dair strateji. İkinci katman da seçimden sonra ne yapacaklarına dair olan strateji.
Böyle bir iktidarın yönettiği seçim sürecinde herkesin eşit ve adil biçimde propaganda yapamayacağı açık. İktidar seçimden kaçmayacak, tüm zihni ve siyasal meşruiyetini oy sandıklarından aldığını biliyor, gücünü de dünyaya o sandıkların sonuçlarından anlatıyor. Hep seçim güvenliği konuşuluyor. Ya da sandık konulacak mı konulmayacak mı konuşuluyor. Ben sandık konulacak diyorum ama önemli olan, sandığa gelecek oyun, seçmenlerin zihnindeki karar verme sürecinin nasıl yaşanacağıdır.
Muhalefetin seçime kadar geçecek süredeki ortak stratejisine, seçim gününe, sandıklara sahip çıkmaya dair politika ve örgütlenmeleri şimdiden düşünmeye, seçimden sonraki sürece dair de yeni iddiayı ortaklaştırmaya gerek var. Yani muhalefet bütüncül düşünmek zorunda. Büyük meselenin tüm alt parçalarına aynı anda çözüm tasarlamak gerek.
Çünkü yalnızca bir boyutu, hele günün meselesini bir ucundan tutan işler hiçbir şeyi çözemiyor, sonuca ulaşmıyor, küçük doğru adımlar bile büyük bataklığın içinde anlamsız hale geliyor. Her biri marka haline gelmiş sorunları öyle pragmatik yaklaşımlarla çözebilmek artık mümkün değil.
O nedenle yoksullukla mücadele, sosyal devleti yeniden tanımlamak, yargıyı yeniden yapılandırmak, güçler ayrılığını sağlamak, denge denetleme mekanizmalarını kurmak, Kürt meselesi gibi temel meseleleri ancak tüm aktörlerin bir araya gelebildiği, tüm boyutları, unsurları dikkate alınan bütüncül yaklaşımlarla çözebiliriz. Artık ülkenin, toplumun ve meselelerin geldiği noktada küçük adımlar anlamını kaybetti.
Seçimi kazandıktan sonrası için de siyaset esnafının çok sevdiği kavramla söylersek gerçek bir çılgın projeye ihtiyaç var. Esas çılgın proje, yeni iddia, demokrasi olabilir ancak.Demokrasi yalnızca bir siyasi tartışma konu başlığı ya da proje değil bir düşünme ve yaşam biçimi. Muhalefet kendinin de böyle düşündüğünü, farklı sosyolojik kümeleri ve kimlikleri temsil ediyor olsalar da bir arada onurlu yaşamı inşa etmek için bir araya geldiklerini, hedef durumun demokrasi olduğunu anlatmak zorunda.
Bizim siyasetçilere, okumuş yazmışlara bunları söyleyince hemen toplumun demokrasi talebinin olup olmadığı soruluyor. Böylesi soruların tek bir cevabı yok. Çünkü ne toplum ne de hayat bir kelimeye sığdırılabilecek kadar sadelik ve basitlikte. Aksine bugünün hayatı ve toplum çok daha karmaşık, çok boyutlu, çok eksenli, çok aktörlü, çok kimlikli. Bu denli farklı dinamiğin bir arada var olabilmesinin ve hayat bulabilmesinin tek yolu demokrasi. Bu nedenle demokrasi artık bugün siyasi mesele değil, var olma meselesidir.
İşte tam bu nedenle demokrasi bir siyasi hareketin, partinin, aktörün talebi olan, tek sahibi olduğu değil hepimizin sahip çıkması, talep etmesi gereken, ortak var oluşun kurallar ve koşullar bütünü. Dolayısıyla hangi siyasi taraftan bakarsak bakalım zamanın ruhunun gereği, önce demokrasi talebi.
Bunun da bir başlangıç noktası var. Bu ülkenin geleceğine inanmak, bu memleketin insanlarının kendilerine ve geleceğe dair kararları verebilecek olgunlukta olduklarına güvenmek. Bu kabulden yola çıkarak bir arada onurlu yaşamı nasıl hayata geçirebileceğimizi, hangi kadrolarla ve işte o noktadan sonra hangi cumhurbaşkanı adayı ile bunu başarabileceğini tasarlamak ve sonra da buna uygun iletişim, kampanya taktiklerini kurgulamak gerekiyor.
Muhalefet meseleyi buradan değil geleneksel itiş kakışa dayalı siyasetten anlıyor ve anlatıyor olursa, seçimi kaybedebilir de. Öte yandan büyük hata yapılmaz ise kazanmaya biraz daha yakın olduğu söylenebilir de. Ama kazanırken kaybetme riski olduğunu da akılda tutmak ve bu olasılığı yok edecek siyaseti kurgulayabilmek şartıyla.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı