Muhalefet bir arada oluşlarını, kimlikleri aşan bir ortak demokrasi talebi üzerinden değil iktidar karşıtlığından gerekçelendiriyor. Bir bakıma iktidarın tercih ettiği ve de mahir olduğu kimlik oyununu aşacak siyaseti henüz üretemediler
Seçimlere bir yıl kaldı. Ne oluyor, ne olmalı üzerine çokça konuştuk, yazdık. Siyasi aktörler değil meseleler ve toplum üzerinden olanları ve olması gerekenleri anlamaya çalıştık sıkça. Son etaba girilirken bir kez daha aktörler üzerinden durum değerlendirmesi yapmak kaçınılmaz oldu.
Son iki haftadır ekonomideki tufanı, pandeminin normalleşiyor olmasını değil Suriyelileri tartışıyoruz. Ümit Özdağ iki hafta önceki çıkışı, bu hafta bir belgeselin fikir babası, finansörü oluşuyla gündeme oturdu. Bir yıl önce Kılıçdaroğlu da Suriyelileri gönderme çıkışı yapmış, CHP binasına “Hudut namustur” pankartı asılmıştı ama Özdağ gibi gündemi etkilememişti. Hemen ardından Erdoğan’ın bir milyon Suriyeliyi gönüllü dönmeye teşvik edecek inşaat projesi geldi.
Yalnızca bu iki haftada Suriyeliler hakkındaki tartışma ve yaşananlar aktörlerin seçim sürecindeki stratejilerine dair önemli ipuçları veriyor. Önümüzdeki bir yılın önemli tartışma eksenlerinden birisinin milliyetçilik, öznesinin de Suriyeliler olacağı anlaşılıyor.
Ümit Özdağ partisinin diğerlerinden farkını net biçimde ortaya koyan bir çıkış yapmış oldu. Ama bu partisine oy olarak döner mi göreceğiz. Partilerin hepsinin milliyetçi söylemden ve fikirden beslendiği bir seçim sürecinde, seçmen de milliyetçi duygularla hareket edecekse, bu durum muhaliflere değil iktidara yarar kanısındayım.
Üstelik yerleşim projesiyle, törenle gönderilecek 8-10 bin Suriyeli görüntüleriyle meseleyi çözen aktör imajını da sonuna kadar kullanma kapasitesi varken iktidar bu fırsatı kaçırmayacaktır.
Çünkü milliyetçi söylem, özünde koruma güdüsü ve korku söylemine yaslanıyor. Türk kimliğinin bir ana unsuru olarak güvenlik arayışı ve bu arayışta devlete yüklenen anlam değişimden kaçınmayı üretiyor.
Halbuki muhalefetin asıl inşa etmesi ve yaslanması gereken duygu, değişim ve bu değişimin hayata getireceği kazanımlar olabilir.
Kaldı ki Suriyeliler meselesi “gitsinler” söylemi kadar kolayca ele alınacak bir mesele de değil. Türkiye’nin taraf olduğu 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi’nde, sığınmacıların yaşamlarının tehdit altında olduğu yere zorla gönderilemeyeceği maddesi yer alıyor.
Yani gönüllü gidişleri şart. Bunun ne denli mümkün olup olmadığı da tartışmalı. Yani Suriyelilere rağmen, Suriyeliler için siyaset üretilebilir, hatta onlar için evler de yapılabilir ama Suriyeliler ne yapacak göreceğiz.
Tarih boyunca hiçbir ülkede yaşanmamış olan ‘daha kötü koşulların olduğu bir coğrafyaya tersine göç’ü beklemek gerçekçi değil. Üstelik Suriyeliler diye kodlanan tüm sığınmacıların emek piyasasında sermayeye açtığı fırsat, kayıt dışı yaşamın her alanına sundukları imkan, çatışmacı siyasetin ve politikaların örtük aracı haline dönüşmüş 6-7 milyonluk bir kitleden söz ediyoruz. Üstelik partilerin söylemleri dışında var olan durumdan çıkar ve kaynak sağlayan hiçbir ekonomik ve siyasi aktör de şikayetçi görünmüyor.
Muhalif partilerin hiçbiri uyum politikalarından söz etmiyor. Çağdaş, gerçekçi ve insani bir çözüm için emek harcayan yok.
Osmanlı’nın dağılışıyla vatansız kalmış, evlerini topraklarını terk etmek zorunda kalmışların büyük göçleriyle oluşmuş bir toplum şimdi başka vatansız kalmışlardan şikayetçi. Siyaset de bu şikayeti ve meseleyi oy için kaşıyor.
Şu doğru elbette, ülkenin bir sığınmacılar meselesi var. Meselenin ekonomik, güvenlik, toplumsal boyutu var. Yanı sıra bölgesel ve küresel çatışmalardan ve meselelerden beslenen boyutu da var. Hele çatışmacı bir toplumsal ve siyasal iklimde sade bireylerin sığınmacıları ötekileştiren duygu ve düşüncelerinin haklı ve haksız boyutları da var. Ama böylesi karmaşık bir meseleyi “kalsınlar-gitsinler” ikilemini sıkıştırarak tartışmak doğru değil.
Halbuki iktidar açısından mesele sığınmacılar değil, çatışma, toplumsal kutuplaşma, ötekileştirme ve nefret söyleminden beslenen siyaset. Bu siyasi zemini iktidarın tercih edeceği de açık. İktidarın güvenlik güçlerini ve medyayı denetlediği bir seçim sürecinde sığınmacılar tartışması iktidarın lehine çalışacaktır.
Kaldı ki iktidarın seçim stratejisi kabaca belli. İktidar tüm düğmelere birden basmış durumda. Bir yandan dış politikada kavga ettiği herkesle her türlü tavizi vermeye razı olarak yeniden ilişki kurmaya çalışıyor. İsrail ve Suudi Arabistan’dan sonra şimdi Ermenistan’la barışma konuşuluyor. Ukrayna meselesi üzerinden Batı ile yeni bir ilişki kurmayı da başardı aynı zamanda. Bir yandan da Irak’ta yeni operasyonlar yürütülüyor. Muhtemelen yakın gelecekte Rusya ile yeni bir uzlaşma ve Suriye’nin kuzeyinde de benzer operasyonlar için çabalanıyor olabilir.
Tüm bunlar özü itibarıyla “Biz bozarız, biz çözeriz” imajı vermeye dönük. İktidar yeni seçmen ya da yeni dost kazanmayı değil, karşısındakilere “Bana mecbursunuz” duygusunu yerleştirmeye oynuyor. Bunu yaparken de muhalif gördüğü, bugünün makbul olmayan yurttaşları umurunda değil. Onlara karşı baskıcı, ötekileştirici siyasete devam edeceği anlaşılıyor. Seçim sürecindeki olası her nefret söyleminin, şiddet eyleminin duygusal ortamı sağlanmış durumda. Ümit Özdağ bunu mu amaçlamıştı bilemem ama iki haftadır süren Suriyeliler tartışması tam da bu duygusal ortamı sağlamaya yaradı.
Muhalefet bu gidişatı değiştirecek siyaseti, çıkışı henüz tasarlayabilmiş değil. Muhalefetin şimdilik başardığı altılı masayı kurabilmek ve yeni anayasanın ilkelerine dair bir mutabakat üretebilmiş olmak. Ekonomik tufanın toplumsal psikolojideki etkisi bu kadar açıkken sığınmacı tartışmasına sığınmayı da muhalefetin yeni başarısı saymak lazım aslında. Ama yine de muhalefete sormamız gerekiyor, “Bu odun taşıdığınız ateş kimi yakar?”
Muhalefet henüz 28 Şubat deklarasyonuyla açıkladığı siyasi hedefleri toplumsallaştıramadı. Toplum da henüz o mutabakatı ve siyasi hedefleri satın almadı. Hala ortak bir seçim süreci stratejisi de oluşturabilmiş değiller.
Seçim yasası değişikliği ile milletvekili seçimi bakımından zorunluluğu kalmayan ittifak cumhurbaşkanlığı seçimine kilitlenmiş oluyor. O zaman da kaçınılmaz olarak mesele “Aday kim olacak” sorusunun içine sıkışıyor. Yapılamayanların aday tarafından yapılacağı varsayılıyor, bekleniyor.
Altı lider de partilerine hakim görünüyor. Ama henüz hiçbiri kitlelerle güçlü bir duygusal ilişki üretebilmiş değil. Kitleleriyle duygusal bağları eksik kalınca da kitlelerinin duygu ve kanaatlerini dönüştürebilecekleri liderlik pozisyonundan ırağa düşüyorlar. Bu durumda kitleleri dönüştürmek yerine kitlelerin duygularına ayak uydurmak, bir bakıma popülist politika ve söylemlerin tuzağına düşmek daha kolaylaşıyor.
Daha önemli eksiklik ise bir arada oluşlarını kimlikleri aşan bir ortak demokrasi talebi üzerinden değil iktidar karşıtlığından gerekçelendiriyorlar. Bunu isteyip istemedikleri ayrı ama durum bu. Bir bakıma iktidarın tercih ettiği ve de mahir olduğu kimlik oyununu aşacak siyaseti henüz üretemediler. Ekonomik tufanın sonuçlarını bizzat kendi hanesinde yaşayan seçmenle dertleşiyorlar her gün. Seçmenin yaşadıklarına altyazı koyuyorlar. Seçmenin gidişata itirazının oy almaya yeterli olacağını sanıyorlar belki de. Evet, bu mümkün ama devletin bekası duygusunun ekonomik tufana baskın çıkacağı psikoloji ile tersi de mümkün. Ekonomik tufana dair daha yapısal bir karşı çıkış inşa edilemediği gibi gündelik hayata dair vaatler, tıpkı Suriyeliler’in geri gidişinin özendirilmesi gibi, iktidar tarafından hemen alınıp, yapılabilecek vaatler halinde kalıyor. İktidar da bunları hemen hayata geçirmekte beis görmüyor. Sonuçta muhalefet “Onu biz önermiştik” demekle yetiniyor, iktidar da “Gördünüz mü, ben çözerim demiştim” deme fırsatı yakalıyor.
Muhalefet dünyanın ve bölgenin gidişatı, bu gidişat içinde ülkenin riski ve fırsatlarına dair bir vizyon geliştiremedikçe, bu vizyondan beslenen bir siyaseti inşa edemiyor. Bu olmayınca sisteme itiraz yerine Erdoğan’a itiraz öne çıkıyor. Bu da seçmende değişimin karmaşa olmadan başarılacağına dair güven oluşturmuyor.
Seçmen muhalefete bakarak temkinli ve tedirgin, muhalefet de bu hale bakarak öz güvensiz davranıyor. O zaman her lider kendi örgütünün, seçmeninin, kimliğinin ürettiği basıncın altında kalıyor. Deva ve Gelecek partilerinin milletvekili seçimine ayrı girme arzuları da bu duygudan besleniyor.
Yeni partiler beklenen sıçramayı yapacak yeni siyaseti geliştirilebilmiş değil. Kimliklerinden dolayı oy veren seçmenin farklı dürtülerle oy vermesini sağlayacak bir siyaset geliştirilemiyorsa muhalefet partileri kaçınılmaz olarak Erdoğan karşıtı seçmeni paylaşacak. Bir bakıma herkes aynı çorbaya kaşık sallayacak.
Kaldı ki milletvekili seçimlerine ayrı listelerle girmiş partilerin ortak cumhurbaşkanı adayını destekledikleri durumda bir risk de var. Seçmen seçim sonrasında bu denli devasa sorunların nasıl yönetileceği konusunda muhalefet ittifakına güvensizliğini gerekçelendirme fırsatı bulacak. Seçmenin tereddütlü ve temkinli hali daha da yoğunlaşacak.
Tüm bu handikapların aday ile aşılacağının varsayıldığı anlaşılıyor. Altılı ittifak aday belirleme yetki ve sorumluluğunu Kılıçdaroğlu’na tanımış gibi görünüyor. Ama aday her kim olursa olsun ittifakın itiraz etmeyeceğini varsaymak da doğru değil. Kılıçdaroğlu yerel seçimlerden beri daha farklı, aktif bir pozisyon üretmeye çalışıyor. Üstelik yerel seçimlerde kazanılan çoğu yerde belediye başkanlarının başarılı olduğu açık. En azından iktidarın seçmenine “kazanımlarını kaybedeceği” tehdidini boşa çıkarma konusunda oldukça samimi ve gayretliler. Tüm bunlara karşın kamuoyuna yansıyan anketlerde CHP hala yüzde 24-26 bandını aşabilmiş görünmüyor. Çünkü hala seçmeni kimliğinin dışında düşündürtecek siyaset ve çıkış üretilemiyor. O zaman Akşener de Babacan ve Davutoğlu da bir sıçrama fırsatı görüyor doğal olarak. Her birisi Kılıçdaroğlu ve CHP’nin sürecin yönetimine liderlik etmesini beklerlerken kendi partileri açısından en uygun pozisyonu ve siyaseti örmeye çalışıyorlar. Bu farklı tutum ve davranışlar kamuoyunda ittifak dağılıyor mu tartışmalarına bahane yaratıyor.
Ne yazık ki sonuçta muhalefetin ne yapacağı, seçim sürecinde neler yaşanacağı aday tartışmalarına kilitlenmiş görünüyor artık.
25 Nisan’da yapılan son toplantıda cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda “uzlaşmacı, özgürlükçü, demokratik değerleri içselleştirmiş, milletimizin tamamını kucaklayan, siyasi ahlak ilkelerini benimseyen, liyakat sahibi bir aday” tanımı yapılmıştı. Fakat daha sonra Gazete Duvar’da yer alan habere göre, yazılmayan 3 kriter daha olduğu ortaya çıktı. İlki “seçilebilirlik”, ikincisi “cumhurbaşkanlığını imha için” bu koltuğa oturacağı ifade edilen kişinin bırakma isteğini kabul etmiş bir isim olması, üçüncüsü de seçilecek kişinin koltuğa oturduktan sonra da ittifaktaki tüm liderlerle ortak çalışma yürütebilecek nitelikleri taşıması. Özetle ortak cumhurbaşkanı adayı, açıklanan 6 kriterin yanı sıra “seçilebilecek”, “yetkilerinden vazgeçebilecek”, “yetkileri paylaşacak” bir aday olacak.
Siyasetini örmeden tüm yükün, sorumluluğun adaya yüklendiği bir sürece girdiğimiz anlaşılıyor. Halbuki toplum siyasal, ekonomik sistemin, eğitimin ve yargının yeniden yapılandırılacağı daha büyük bir dönüşüm beklentisi içinde.