D_Masthead_970x250

Yeni ekonomik vizyon, bildik zihin haritalarından çıkabilir mi?

Yeni ekonomik vizyon, bildik zihin haritalarından çıkabilir mi?
Yoksulluk, adaletsizlik, yerel ve küresel ölçekteki yeni arayışlar, mevcut modelin sürdürülemez olduğunu gösteriyor

Yerkürenin ve gündelik hayatın ritmindeki değişim nedeniyle ekonomik model, üretim ve tüketim modelleri değişiyor. Bu değişimin sebebi yalnızca kaynakların tükenmesi değil. Toplumsal duyarlılıklar yükseliyor. Sürdürülebilirlik kaygısı küresel ve ulusal kararları etkiliyor. Kalıcılaşan yoksulluk ve adaletsizlik, bu sorunlar etrafında yerel ve küresel ölçekteki yeni siyaset arayışları, mevcut modelin sürdürülemez olduğunu her gün gösteriyor.

Öncelikle ekonomik teoriler, kalkınma, büyüme ve başarı tanımları değişiyor. Yerküreyi ve insanı alabildiğine hoyratça kullanan ekonomik kalkınma ve büyüme anlayışı tarihe karışıyor. Şu kadarını net olarak biliyoruz; mevcut ekonomik model adaletsizlik ve yoksulluk problemlerini çözemiyor. Dünyanın gelişmiş ülkelerinin, sermayedarların, şirketlerin bugüne kadar aldıklarının hiç değilse bir kısmını topluma ve dünyaya verecekleri yeni bir zihinsel modele ihtiyaç var. Yoksa dünya, onların da her şeylerini kaybedecekleri bir sarmala girecek. Adaletsizlik ve yoksulluğun ürettiği gerilim onların varlıklarını da tehdit ediyor. Nitelikli emek ihtiyacını karşılayamamak, talep yetersizliği, kaynakların tükenmesi gibi sorunlarla baş başalar şimdiden.

Bu konularda toplumsal ve küresel duyarlılığın yükselmesi ve siyasete etkisi, popülist liderlerin elinde ekonomiyi disipline etme arayışına ve otoriterliğe yeni imkânlar açıyor. Popülist liderlerse sürdürülebilirlik açmazını daha da derinleştiriyor. Ulus-devletlerin kaynakları azaldığı ve pazarları daraldığı için giriştikleri yeni bölüşüm kavgaları ve savaşları işleri iyice içinden çıkılmaz hale getiriyor. Ekonomik aktörlerin önünde iki yol var: Ya mevcut zihin haritalarını takip edip kendi sonlarını da getirecekler. Ya da yeni bir üretim, mülkiyet ve bölüşüm modeli üretilmesine rıza gösterecek hatta katkıda bulunacaklar.

Sanayi toplumunun üretim modeli ölçeğe ve standardizasyona bağlı olduğu için, üretimin, kalkınmanın ve zenginliğin ölçütü parasal büyüklüktü. Ülkelerin kalkınmışlığının ölçütü de kişi başı gelirdi örneğin. Bir zamanlar Türkiye’de kişi başı milli gelir beş bin doları aşarsa ülkenin daha kolay demokratikleşeceği varsayılırdı. Çünkü böylece orta sınıf genişlerdi. Orta sınıf da özgürlük ve demokrasinin garantörüydü. Fakat hiç de öyle olmadı. Gelir dağılımındaki adaletsizliğin ve yoksulluğun piyasanın görünmez elleriyle çözülmediğini deneyimledik. Adaletsizlik ve yoksulluk mevcut ekonomik modeli sürdürülemez kılıyor.

Üçüncü nesil şirket

Şirketlerin ve devletlerin toplumla, bireylerle, ister çalışan ya da müşteri, ister seçmen ya da yurttaş olarak ilişkilerini yeniden düzenlemek zorunda kaldıkları bir dönemin başlangıcındayız. Sermayenin vücut bulmuş hali olan şirketlerin tüm zihin yapıları değişmek, devletin ekonomideki rolü ve sosyal devlet kavramı yeniden tanımlanmak zorunda.

Devlete ve şirketlere bağlı olarak sermayedar sınıfı ve burjuvazi de değişecek. Levent Erden’in “İş insanı v.3” tanımından hareketle “üçüncü nesil şirket” diye adlandırdığım bir tanım yapmak mümkün.Birinci nesil şirketler devlet ve bürokrasiyle iş birliği ve uyum içindelerdi. Devletin, saltanatın, egemen gücün verdiği bir imtiyaz ve izinle vücut buldular. İkinci nesil şirketler siyasetçilerle iş birliği ve uyum içindelerdi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’da, Özallı yıllarda Türkiye’de gelişen ikinci nesil şirketler ve sermaye devletle, bürokrasiyle ilişkilerini sorunsuz sürdürmeye çalışırlarken, asıl sıçramayı ve büyümeyi siyasetçilerle kurdukları ilişkilerden sağladılar ve hâlâ da sağlıyorlar. Türkiye’de şirketlerin ve holdinglerin yönetim kurullarında 1990’lara kadar emekli general ve bürokratlar vardı. Şimdi emekli bakanlar ve siyasetçiler var.

Üçüncü nesil şirketler ise toplumla uyumu gözetiyor. Toplumla yalnızca kâr ve müşteri tanımları üzerinden ilişkilenmeyen bir yönetim tarzına ihtiyaç duyuyor. Üçüncü nesil şirketlerin yönetim kurullarında bilim insanları, sosyologlar, antropologlar, bilişimciler, tıp insanları ve sivil toplum aktivistleri belirmeye başladı. Çünkü bu şirketler işlerini yaparken bir yandan da memleketi ve dünyayı yaşanabilir hale getirmenin yollarını aramak zorundalar. Aksi halde toplumla sürdürülebilir ilişkiler kuramazlar. Şirketlerin, sosyal sorumluluk ya da hayırseverlik programlarının doğaya ve memlekete verdikleri zararı örtmediğini; yasal izinleri olsa bile zeytin ağaçlarını keserek, nehirleri, ovaları, havayı zehirleyerek yaptıkları üretimi sürdüremeyeceklerini anlamaları gerekiyor. Çalışanların haklarına saygısız, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini körükleyen, memlekete ve yerküreye hoyrat davranışların itibarlarını yerle bir ettiğini, dolayısıyla kendi geleceklerine de bir tehdit olduğunu anlamak zorundalar. Sermayenin ve burjuvazinin de kendi sürdürülebilirliği için ahlaklı, onurlu yaşam hakkına saygılı olmayı öğrenmelerinin şart olduğu bir dönemdeyiz.

Nitekim iş dünyası ve burjuvazi de bu dönüşümü gördüğü için DNA’larında olan kâr dürtüsünü sürdürülebilirlik kavramı üzerinden yeniden düşünmeye çalışıyor. Elbette üretimin mülkiyeti meselesi de tartışılmaya başlanacak. Tümüyle devlete ya da özel sermayeye bırakılmış ekonomik modelin yerküreye ve insana hayır getirmediğini biliyor artık insanlar. Şimdi yerel yönetimlerin, sivil toplumun ve özel girişimlerin iş birliğine dayalı yeni bir üretim hamlesi gerekiyor. Yerel yönetimler, yerel ihtiyaç ve talebin, sivil toplum yerküre ve toplumla ilişkinin sürdürülebilirliğinin teminatı olarak yeni türden bir mülkiyet modellemesiyle adaletsizlik ve yoksullukla mücadele programları geliştirilebilir. Örneğin kentsel dönüşüm projelerinde tüm kârı sermayeye bırakan model yerine yerel yönetimlerin, kentsel dönüşüm alanı ahalisinin de dâhil olduğu; sivil örgütlerin ve özel sermayenin kâr ve yarar bölüşümü üzerinden ortaklaştığı bir modelle kentsel dönüşüm süreçlerinde adaletsizlikle mücadele edilebilir.

CHP'nin ekonomi vizyonu

Ekonomiye ve ekonomik aktörlere dair buraya kadar olan zihin egzersizini CHP’nin ekonomi vizyonu toplantısı vesilesiyle not ettim. Bugünün dünyasında artık ekonomi yalnızca teknokratların işi olamaz. Sanayi toplumunun ekonomik modeline ve zihin haritasına göre aktörlerin değişmediğini varsayıyoruz. Halbuki yalnızca üretim modeli değil başta sermaye ve şirketler olmak üzere aktörler de değişiyor. O nedenle vaat projeleri gibi kolaycılıklara değil ülkenin ekonomik yapı ve yaşamını yeniden düşünen zihin haritalarına, modellere ihtiyaç var. CHP toplantısındaki bilim insanlarının sunumlarını, yeni zihin haritasının bazı temel noktalarına dikkat çekmek olarak değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum.

Fakat asıl dikkat çekmek istediğim nokta ise CHP toplantısından daha çok ülkenin ekonomik aktörlerinde gözlenen değişim çabaları. Ülkenin burjuvazisi, sermayedarı, şirketi, iş insanı da değişmeye çabalıyor. Hayat dayattığı için zorunlulukla da olsa adaletsizlik ve yoksulluğun sürdürülemezliğini görerek de olsa, memleketin geleceğini dert edinerek de olsa ekonomik aktörlerde de değişim çabaları gözleniyor.Şimdiye dek iklim değişikliğinin ürettiği sorunlara karşın “yeşil dönüşüm”, teknolojik sıçramanın ürettiği risk ve fırsatlara karşın “dijital dönüşüm” diyen iş insanları artık daha kuvvetli biçimde toplumsal değişimin ve ürettiği adaletsizlik ve yoksulluk meselesine karşı “toplumsal dönüşümü” şiar edinmeye çalışıyorlar.Nitekim CHP toplantısıyla aynı günde Adana’da gerçekleştirilen 24. Girişim ve İş Dünyası Zirvesi’nde iş insanlarının üst örgütleri adına yapılan konuşmalar çok daha net ve açıktı. İş dünyasının en üst gönüllü sivil örgütü olan TÜRKONFED Başkanı Süleyman Sönmez şöyle diyordu: “Beyin göçü öncelikli meselemiz olmak zorunda. Büyük yatırımlarla, dünya standartlarında yetiştirdiğimiz gençlerimiz, akademisyenler, doktorlar, mühendisler, yazılımcılar, bankacılar, maalesef geleceklerini başka ülkelerde arıyor. Üstelik yurt dışına gidenlerin yaşı, giderek gençleşiyor.

Bu umudun, hayallerin erozyonudur. Buna izin veremeyiz! Bizim doğal gazımız, petrolümüz yok. Tek bir kıymetimiz var; 85 milyon insanımız. Bu insanların umutla, gayretle, arzuyla çalışacakları koşulları yaratmak, gençlerimizi tersine beyin göçüne ikna etmek zorundayız. Burada ekonomik refaha erişecekleri, demokratik koşullarda düşünüp üretecekleri bir ortamı yaratmalıyız. Unutmayalım, ifade hürriyeti, inovasyon kültürünün inşası için vazgeçilmezdir. Tek hayat tarzına, tek fikre, tek modele dayalı bir toplumsal anlayış üzerinden memleketimizin geleceğini inşa edemeyiz. Çeşitliliği ve çoğulculuğu korumalı, farklılıklar arasında yeni iletişim yolları açmalıyız. Belirtmem gerekir ki bu da sivil toplumu güçlendirmekle mümkündür. Bu doğrultuda eğitimden kadına, girişimcilikten gençliğe, cinsiyet ve fırsat eşitliğinden kurumsal yurttaşlığa uzanan çerçevede, toplumsal dönüşümü gerçekleştirmeliyiz. Hukukun üstünlüğü ilkesini, gerçek manada tüm kurumlarımızla hayatın her alanında yaşatabilmeli, kurumlarımızın şeffaflığını, hesap verebilirliğini ve bağımsızlığını tesis etmeliyiz.

Yerküreyle ve yeşil dönüşüm ile uyumlu ekonomik atılımı başlatmış; sosyal, laik ve demokratik hukuk devletini yeniden inşa etmiş; güçler ayrılığını, denge ve denetleme mekanizmalarını yerli yerine oturtmuş; yargının tam bağımsızlığını tesis etmiş; Avrupa Birliği’ne üye olmuş; toplumsal ve siyasal uzlaşmalar ile yeni dönemin, yeni ve sivil anayasasını yapmış; hukukun üstünlüğüne inancı artırmış, ortak yaşama iradesi ile, güçlü bir toplumsal dönüşümü başarmış, cinsiyet eşitliğine duyarlı politikalar geliştirmiş, ayrımcılığın, ötekileştirmenin, kutuplaşmanın olmadığı, toplum devlet mutabakatını sağlamış; onurlu yaşam hakkını kurumsallaştırmış ve garanti altına almış; adaletsizlik ve yoksullukla mücadele politikalarının küresel öncülerinden olmuş bir Türkiye hayal ediyoruz.”

TÜSİAD Başkanı Orhan Turan’a göre de “Ülkemizin küresel rekabetçiliğini artırabilmek için, yeşil dönüşüm ve dijital dönüşümde eş zamanlı ilerleme sağlamamız gerek. İkiz dönüşüm, ekonomik ve toplumsal hayatta da dönüşümü zorunlu kılıyor. Dolayısıyla, üçlü dönüşüm ihtiyacı ile karşı karşıyayız. Çünkü gerek yeşil dönüşüm gerek dijital dönüşümün merkezinde 'insan' unsuru yer alıyor. Tüm bu dönüşümleri; ancak ve ancak kendini özgürce ifade edebilen, yaratıcı, doğaya duyarlı, empati kurabilen, farklılıklara saygı duyan ve bir arada çalışarak değer yaratabilen bireyler yapacak. Toplumsal dönüşümün bir başka boyutu da daha dengeli bir gelir dağılımıdır. Biliyoruz ki ancak mevcut eşitsizlikleri ortadan kaldırabildiğimiz sürece, küresel boyutta yaşanan dönüşümleri ekonomik ve toplumsal bir faydaya çevirebiliriz.Kurumlar ve kurallar hukukun üstünlüğünü, adaleti, temel hak ve özgürlükleri, katılımcı demokrasiyi ve kamu yönetiminin etkinliğini sağlar. Gelir adaletini tesis etmek, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak, dil, din, mezhep, ırk, köken ayrımı olmadan herkesin eşit ve özgür yaşamasını temin etmek de kapsayıcı ve güvenilir kurumlar ve kurallar ile mümkün olur. Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına da bu unsurlara dayanan bir toplumsal dönüşüm yaraşır.”

İş insanları adına yapılan bu konuşmalardaki, “katılımcı demokrasi”, “onurlu yaşam hakkı”, “adaletsizlikle mücadele”, “toplumsal dönüşüm” vurgularının bile yeni bir gelecek inşası için önceki dönemden önemli zihni kopuşlar ima ettiğini görebiliriz. O zaman da şunu sorabiliriz, “İş insanları ve sermayedar değişirken partiler de siyaset de değişmeye hazırlar mı?” 

Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı

İlgili İçerikler