İran'a gitmeyi uzun seneler boyunca istemiş ve gitmek nihayet 2018 Ağustos'una kısmet olmuştu. Babaannemin büyük dedelerinin Horasan'dan gelmesi de benim için duruma başka bir boyut katıyor, merakımı daha da artırıyordu.
İran kültürü bize çok uzak değil. Konuştuğumuz bazı kelimelerin kökeninin Farsça oluşu, edebiyatları, zanaatları, yaptıkları sanat ve eğitim kalitesiyle birbirinden etkilenmiş bu kültür ve topraklar beni her bir kılcal damarıyla kendine çekiyordu. İran'a sevdam, İran sinemasını keşfettikten sonra başlamıştı. Her filmi izledikçe "Böyle bir şey olamaz" diyordum. Gösterişten uzak, insan odaklı ve insan olana dokunan senaryolardı. İran'daki bu milyon farklı yaşantı senaryo deryası adeta.
Aslında her yer öyle, ancak çekip çıkarabilene bravo. Filmi nasıl başlayıp bitirdiğim anlamazdım, sanki o arabanın içinde konuşanların yanında görünmeyen bir ben var; bekleme odasında duranların, o ıssız sahil kasabasındaki evin içinde ne yapacaklarını, nasıl bir çıkış yolu bulacaklarını arayanların içinde yine görünmeyen bir ben varmışım gibi... Tam olarak, gerçekmişçesine! Diyalog sinemasının kaliteli filmlerini izleyerek, sindirmiştim.
2018 yılına kadar İran'a dair ne biriktirebildiysem biriktirmiştim; farkında olarak ya da olmayarak. Ve nihayet o gün İran havaalanına inerken çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. Uçakta kadınların başları açıktı ama uçak indiğinde, kapılar açılmadan ve inmeden hemen önce tüm kadınlar şekil değiştirmişti. Bir anda çantalardan örtüler çıkarıldı ve saçlar kapatıldı. Ben de başımı kapatmak zorundaydım.
Örtüler, bir bedende iki farklı karaktermiş gibi hissettiriyor. Hayatımda bir başkasının etkisini ilk kez üzerimde böyle hissetmiştim. Erkeklerde bir değişiklik yoktu, her zaman olduğu gibi kadınlar tüm ceremeyi çekiyordu. Örttük başları. Bunun kişinin isteyerek, inançlarına bağlılığından dolayı olmasının dışında molla rejiminin dayatması sebebiyle yapılması büyük insafsızlık ve zalimlikti.
İsfahan'a vardığımızda geceydi ve ancak sabah uyandığımda dışarıyı görebilmiştim. Çünkü, odamda pencere yoktu ve bu otel rezervasyonu yaptığımızda yazan bir bilgi değildi. Saçlar gibi acaba otellerde de mi böyle bir zorla kapatılma var diye düşünmüştüm. Otelden çıkınca vakit kaybetmeden etrafı beynime kazımaya başlamıştım. Ara ara ağaçların olduğu, sokakların sıcaktan kavrulduğu ve içeriden kaldırımlara taşan dükkânlar vardı etrafta. Hurdacılar vardı ve kalabalık değildi sokaklar. Sanki zaman zorlayarak akıyordu ve hâlâ gündüzdü. Gizli gibi görünen hanların, dükkânların içinden müthiş mekânlara geçiliyor, çıkılıyor ve iniliyordu. Oralara girerken hava sıcaklığı neredeyse yarı yarıya azalıyor ve az da olsa soluklanabiliyorduk. Dükkânların çoğunda İmam Ali'nin resimleri vardı. Lezzetler müthiş ve etraftan duyulan metal sesleri ise çok mistikti.
İlerledikçe kocaman bir meydan gördüm. İşte, sesler oradan geliyordu. Şiir gibiydi. Gözlerim kocaman açılmıştı. Çünkü vardığım yer Nakş-i Cihan Meydanı'ydı. Dev gibi bir cami, caminin hemen altında ve boylu boyunca her yanını saracak şekilde dizayn edilmiş küçük dükkânlar, içlerinde şapka çıkarılacak zanaatkârlar. Kocaman tuvalet masaları, sandalyeler, dolaplar ve hepsi telkariden. Hani bizim sadece genelde küpelerini bulabildiğimiz telkariler. Ben telkari küpelerimi eski Mardin'den ve orada kalan son Süryani bir ustadan almıştım.
Daha önce böyle bir şey görmemiştim. Metali dantel gibi işleyerek yapılan masalar. Ben tığ ve ipten şekil çıkaramazken adamlar metali örüyorlardı. Akıl alır gibi değildi; bu sabır ve yeteneğe şapka çıkararak dükkân dükkân gezmeye başlamıştım. Her yerde benzer malzemeden, benzersiz işçilikler vardı. Bir rüyanın içinde gibiydim, kâbus yanıma yaklaşamazdı.
Halılar ve çini boyamalı vazolar. Hiçbiri birbirinin aynı değil ve emek emek hayal gücüyle, düşünerek işliyorlardı. Kendime kızmıştım, "Bunca sene neredeydin? Bu kadar yakınında böyle bir şey var ve sen kalkıp ancak şimdi mi geldin?" diye söylene söylene yürümeye devam etmiştim. Vakit ilerleyince hava ılımaya bile başlamadı. Akşam acıktığımızda yemek yiyecek bir mekân bulamadık. Uzun süre yürüdüğümüzü hatırlıyorum. Sonunda bir yer bulmuştuk ve anladık ki sıcaktan insanlar öğlen kapatıp akşam açıyordu dükkânlarını.
Gece 10.30 gibiydi ve sokaklar kalabalıklaşmaya başladı. Hatta etraftaki boş yeşil alanlar dolmaya başladı. Çoluğunu çocuğunu alan dışarı çıkmıştı. Hatta o saatte piknik yapmaya gider gibi çıkmışlardı dışarı. Gördüğümüz tek dondurmacının önünde acayip bir kuyruk vardı. Ballı dondurma satılıyordu. Biz de tattık, oturduk yere. Çok sevdiğim ve erken yaşta beyin kanamasından ölen İran'ın minik serçesi 'Hayedeh' açtım ve etrafı izledim. Biz de akşam yemek yiyecek yeri neden bu kadar zor bulduğumuzu o gün anlamış olmuştuk…
Isfahan ve Tahran'da tanıdığım kadınların saçları kapalı ama zihinleri çok açıktı, keza erkekler de öyle. Beni kendilerine hayran bırakıyorlardı. Ama insanlar yaşamak için mücadele verirken üzerlerinde kâbus gibi bir el vardı: Mollalar. Tanıştığım ve şimdi arkadaşım olan kişi, "Burada, YouTube, Facebook, Twitter yasak" demişti. Bizim ülkede birilerine hizmet etmeyen ve onları üzecek olaylar olduğunda vanayı kapatır gibi sosyal medyaları kapattıklarında kullandığımız VPN'ler onların yaşam şekli olmuştu. Çok acıtıcıydı. Acayip eğlenceli, misafirperver ve güler yüzlü yaşlılar gençler, uzun yıllardır içleri kavrularak yaşıyorlar orada. Öyle bir boyundurluk altında. Tahran'a geçtiğimizde ise sosyal medyanın yasak olduğunu söyleyen arkadaşımızın evinde kaldık. Eve onun arkadaşları da geliyordu. Kızlar çok bakımlı, tırnaklar resimli, saçlar mavi, yeşil, pembe… Giyimleri, ciltleri, gülen gözleri için Maşallah demiştim. Fakat bunu ancak eve girdiklerinde görüyordum. Sokaklarda tabii ki göremezdim. Saçlarındaki örtü ve üzerlerindeki uzun giysileri çıkardıklarında; kimi dansçıydı, kimi müzisyen. Acayip eğlenceli insanlarla tanışmıştım. Elbruz Dağları'nın eteklerinde havuz partisi bile yapmıştık. Her şey gizli kapaklı yapılıyordu. Çünkü buna mecbur bırakılmışlardı. Sürekli bir şeyden kaçıyormuşuz gibiydi. İçkiler evde üretiliyor, evlerde içiliyordu. Müzikler evlerde yapılıyor ve danslar evlerde ediliyordu. İnsanlar yeşerebilmek için kaldırımların arasından gizli gizli yağmur suyuna ulaşıyor gibiydi. Bu, büyük haksızlıktı. Orayı yaşamaya çalışırken, anlamaya da çalışıyordum. Hayat vardı ama adını koyamadığım bir ölü toprağı var gibiydi de. Evden her hazırlanıp çıkarken arkadaşım "Şöyle yapsan daha iyi olur" diyordu. Uymak zorundaydım mecbur. Ben burada iki hafta kalacağım ama siz ömür boyu böyle nasıl yaşayabileceksiniz diyordum içimden ona…
Sokaklarda ne kedi ne de köpek vardı. Sahip çıkıp kısırlaştırdıklarından dolayı mı yoksa bir devlet projesi olduğundan mı yoktu bu hayvanlar? Bunun yanıtını arkadaşım vermişti: "Sokakta kedi köpek gördüklerinde polisler öldürüyor" Onun da köpeği vardı ve sadece evinin bahçesine çıkarabiliyordu. Aman kimseler görmesin diye korka korka yaşatıyordu onu… İnanamamıştım.
İran, 1979 yılına kadar modern görünümünü korudu. Yani, Şah Rıza'nın olduğu dönemler… İran modern görünümünü korumakla birlikte tek adam diktatörlüğünden de çekiyordu. Fakat aynı yıl her şey değişti, resmen kökten değişti. Şimdi ve bundan önce yaşananlar da siyasal islamcı diktatörlerin oradaki var oluşunun sonuçları. Ve geçtiğimiz gün 22 yaşındaki Mahsa Amini, İrşad Polisi tarafından kardeşinin arabasının içindeyken, araç durdurularak alındı. Kendisine nasihat verip göndereceğiz dediler ve nasihatlar sırasında gördüğü işkencede hayatını kaybetti.
Sonrasında halk ayağa kalktı. İran'da bir yandan özgürlük ıslıkları yükselirken, Humeyni, Hamaney ve Mollalara ölüm çığlıkları yükseliyor. Dünyanın adını yüksek sesle haykırdığı Mahsa Amini ilk değildi, peki son olacak mı?
Binlerce kadın ve erkek o günden bu yana sokaklarda. Protestolar gittikçe büyüyor. Sosyal medyanın da olmasıyla beraber İran'da sokaklarda neler olup bittiğini görebiliyor-duk. Kadınlar saçlarını keserek protesto ettiler ve buna bugün erkekler de aynısını yaparak destek verdi. Sokaklarda kadınlar ve erkekler seslerini birlikte yükseltiyor.
Dünyanın pek çok yerinden İran'daki bu değişim için mücadele verenlere destek büyüyor. İran'da buna benzer olaylar daha önce de yaşanmıştı ama hatırladığım kadarıyla hiç bu kadar büyümemişti. Şimdi olaylar bu kadar büyümüşken yeniden söner mi? Sorunu gerçekten çözmek istiyorlar mı, istiyorlarsa nasıl bir çözüm olacak? Ya da hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam mı edilecek?
İran'da inanılmaz bir kadın birliği var. Çok güçlü bir kadın dayanışması var. Örgütlendikleri, birbirlerine destek oldukları, korkmadan yılmadan ve birbirine sahip çıktıkları büyük bir kız kardeşlik var. Bunun mücadelesini çok verdiler. Vermeye de devam ediyorlar. Yaşadığımız bu çağda saçını onların istediği gibi kapatmayan bir kadına işkence yapılması kabul edilemez.
Dünyanın her yerinde her ülkede güçten zehirlenenler var. Zehirlemeye devam ediyorlar. Ama bir yerden sonra işler değişiyor elbette.
Daha önce Humeyni'nin afişlerinin indirildiğini, yakıldığını ve resimlerinin üzerine spreyler sıkılarak karalanmasını görmemiştim, görmemiştik. Sokaklar kaynıyor İran'da. Bu iş nereye gider, nerede durur? Bunu ne durdurur göreceğiz. 1960'ların İran fotoğraflarına bakıyorum da ne kadar da farklıymış. Kadınların kıyafetleri, özgürlükleri, güzellikleri ve yaşamayı yaşamaları...
- Ne istiyorsunuz kadınlardan?
- Ne zaman susacaksınız?
- Sizi ne susturur?
Olaylar bu kadar büyürken, İran'da neler olup bittiğini internet olmasa göremeyecektik. Ve daha fazlasını görmememiz için İran'da interneti kestiler. Şimdi göremiyoruz neler olup bittiğini, haberdar olamıyoruz. Daha az bir bilgi yayılıyor oradan. Sokaklarda dalga kırıcılar var ve etkililer.
Keşke Elon Musk elini biraz çabuk tutsaydı da Starlink uydusu üzerinden interneti hemen sağlayabilseydi. Bazı şeyler beklemeye gelmez ve söz konusu insanların özgürlük ve yaşayabilme mücadelesi.
Protestocular geri adım atmayacak gibi, olaylar çok büyüdü ve ilerledi. Dalga dalga da yayılıyor… Tansiyonu ne düşürecek ve hükümetin bunun için planı ne olacak göreceğiz.