Ne yaşadığımız dünyayı ne de yeni Türkiye’yi ona şekil veren duyguları görmezden gelerek sadece rasyonel verilerle izah edemeyiz. Hep bu açılardan bakıyoruz ama mesele çoğu zaman Batıcı- muhafazakar, Kürt-Türk, Alevi – Sünni ve benzeri ikilikler üzerinde değil. Korku ile umudun mücadelesi, dikkate alınma ile aşağılanma hissetmenin karşı karşıya gelmesi, aşağılanma hissetmenin bazen şiddete yönelecek derecede akıldışılığa itmesi… Çoğu zaman gözardı edilirler ama duygular, bireyi ve toplumları şekillendiren ciddi etkenlerdir. Dünyanın en güçlü ülkesinin halkının George W. Bush gibi bir liderin peşinde inanılmaz maceralara nasıl çıktığını, 11 Eylül’ün yarattığı ‘korku’ya anlamadan izah etmeye çalışmak boşuna. 40 yıldır sindirilmiş Arap sokaklarının, diktatörlere karşı meydanlara ölümüne çıkışını, ilk defa sahip oldukları ‘umudu’ anlamadan izah etmek eksik. Duygular kolesterol gibidir. Hem iyidir hem de kötü. Dengede olduğunda o birey ya da o toplum sağlıklıdır. Örneğin bugünlerde kesif biber gazı ülkedeki görüş mesafesini ne kadar azaltsa da birşey çok açık: Bütün bir ülke fena halde öfkeliyiz. Sünniler öfkeli, Aleviler öfkeli, Ulusalcılar öfkeli, Milliyetçiler öfkeli, Kürtler öfkeli, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler öfkeli, ‘alkolik çapulcular’ öfkeli, başörtülüler öfkeli, çevreciler öfkeli, çevresi geniş AVM’ciler öfkeli, gençler öfkeli, yaşlılar öfkeli, kadınlar öfkeli, kafası kıyaklar öfkeli, ayıklar öfkeli, bira içen öfkeli, ayran içen öfkeli, yoldan geçen öfkeli, gösterici öfkeli, polis öfkeli, asker öfkeli… Öfkelenmek için spesifik hiçbir gerekçesi olmayan düz insanlar da Türkiye’nin bu kadar öfke dolu olmasına öfkeli. Gezi Parkı’nı koruma direnişinin kısa sürede böyle toplumsallaşmasında elbette soluduğumuz bu duygusal iklimin de rolü büyük. Rasyonel bir tartışmanın ötesinde duyguların çatışması da sözkonusu. Şimdi herkes ülkede tansiyonun bir an önce düşürülmesi gerektiğini tembihliyor. Yorumcular televizyonlarda öfkenin bir an önce aşılması gerektiğini söylüyor. Ama gerçekten de hemen aşmak zorunda mıyız? Chicago Üniversitesi Amerikan tarihi profesörü Jane Dailey de NPR’daki bir programda bunu sormuştu: ‘’Neden herkes hemen öfkenin çok zararlı birşey olduğunu varsayıyor ki?’’ Dailey’e göre tarihte öfkenin aslında son derece verimli sonuçlarının olduğu da vaki. Dozunda olduğu sürece bu öfkeden çok pozitif sonuçlar çıkması mümkün. İnsanlara ve kitlesel hareketlere yön veren güçlü duyguların cahili olursanız, bütün olan biteni ve hatta bütün yaşamı sığ komplo teorileri ile açıklamak gibi gülünçlüklere saplanırsınız. Arap Baharı, Ortadoğu haritasını yeniden düzenlemek isteyen dış güçlerin hiç yoktan yarattığı bir rüzgar; Gezi Parkı eylemi bir dış operasyondan ibaret; Ülkede dindarların sayısının artması ABD’nin yeşil kuşak politikasının eseri; Alevilik AB, İran ve Suriye’nin marifeti; Kürtler ülkemizi bölmek isteyen dış mihrakların labaratuvarda sıfırdan ürettiği suni bir sorun; Alkollü içki baskısına tepki toplumsal ahlakımızı bozmak isteyenlerin oyunu… Hayat herşeyi bu böyle izah edebilene çok kolay. Peki duygular arası diyalogun yolu nerden geçiyor? En kestirme yol ironik şekilde ‘bela’dan geçiyor. Bugünün Türkiye’sinde artık Twitter, Facebook, Ekşi Sözlük, TV dizileri gibi ‘’başbelalarının’’ da katkısıyla sadece bilgiye değil, bugüne değin vakıf olmadığımız kapalı duygulara da aşina hale geliyoruz. Ülkenin en yoksulları en zenginlerin nasıl yaşadığını biliyor en zenginler de en yoksulların… En seküler insanlar dindarların nasıl yaşadığını görebiliyor, en dindarlar da en seküler insanların… Ermeni nedir, Kürt nedir, Yahudi nedir, Hıristiyan nedir, Alevi nedir, Metalci nedir, Ateist nedir birincil el temasla öğreniyoruz. Bu yeni hal, umuda teşne kitlelerde empatiyi geliştirirken, korkularının esiri gruplarda bağnazlığı ve nefreti tetikliyor. Korku, yarının bugünden de kötü olacağı düşüncesinin ürettiği bir duygu. Yoksa, zayıflığın yarattığı bir duygu değil. Bütün otoriteryenleri, diktatörleri, dikta rejimlerini ve cunta heveslilerini yönlendiren birincil duygunun ‘korku’ olması bundandır. Çünkü hiçbir diktatörlük ilelebet devam edemez. Ve diktatörler bunu bilir. Kitleler güçlendikleri zaman değil, umuda kapıldıkları zaman sokağa dökülür. Umut, yarının bugünden daha iyi olacağını hissetmektir. Bu duygular, kendinize, inancınıza, değerlerinize, düşüncenize olan güveni sergiler. Düşüncenizin, inancınızın gücüne, çağın ruhuna uygunluğuna güvenmiyorsanız korkarsınız. Bu güvensizlik ne derece derinse korkunuz da o derece büyüktür. Bu noktada yaygın bir düşünceye katılmadığımı da kayda geçireyim. Gezi Parkının asıl barışçıl eylemcileri, yansıtılmaya çalışıldığı gibi ‘korku’dan değil ‘umut’tan meydanlara çıkmaya başladı. Bence ‘’karanlığa gidiyoruz’’ korkusu değil onları sürükleyen. Aksine yarının bugünden daha iyi olacağına duymaya başladıkları umutlarının cüreti bu. Gezi Parkı eylemlerinin çok farklı kesimlerini buluşturan köşesi korkunun değil umudun köşesi. Bu sanıldığından yaygın umut, ‘’Türkiye süper özgür ve aydınlık bir hukuk devletiydi de Tayyip Erdoğan bu kazanımları geriletiyor’’ şeklinde dar bir politik iddianın peşinde değil. AKP hükümetini devirmenin peşinde değil. Onlar Türkiye’de devletin sadece son yıllarda değil her zaman kendini toplumun babası gibi göregeldiğini biliyor ve artık bunun değişebileceğini ilk defa hissediyor. Çünkü ilk defa her kesimden insan devletin elini ‘ne içeceğimizden, ne giyeceğimizden, neye nasıl tapacağımızdan ya da tapmayacağımızdan, hangi dilde neyi konuşacağımızdan’ çekmesini istiyor. Bu topraklarda, herkesin, haklarını güvende hissedeceği, herkesin herkese saygı göstereceği, hukukun ve yasaların toplumu ve insanı değil devleti dizginlemek için var olacağı bir sosyal sözleşme ikliminin artık ütopya olmadığının umudu bu. Bu umudu okumayan tarihin çöplüğüne gider.