Savcılık tarafından, imzacısı olduğum ve 11.01.2016 tarihinde yayımlanan Barış Akademisyenleri Bildirisi'nde 'terör örgütü propagandası' yapıldığı iddiasıyla 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu'nun 7/2 maddesi gereğince, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılmamız talep edilmekteydi.
Edilmekteydi diyorum çünkü Anayasa Mahkemesi'nin ihlal kararından sonra tüm davaların düşeceğine kesin gözüyle bakılıyor. Davalar düşecek, lakin imzacılara yaşatılanlar unutulacak gibi değil. Hedef gösterildik, tehdit edildik, yaşadığımıza şükredip ağaç kökü yememiz söylendi.
KHK ile atılanlara iş verilmedi, mahkeme kararı olmadığı halde yurtdışı çıkışları keyfi bir şekilde engellendi. Kendi ülkemizde olağan yurttaşlık haklarının çoğundan mahrum bırakıldık ve artık terörle mücadele kanunu kapsamında hapse girmeye de başlamıştık.
Terörle Mücadele Kanunu'nun 7/2 maddesinde tarif edilen suçun oluşması için gereken eylemler; "cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemleri meşru göstermek, cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemleri övmek, bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propaganda yapmak" olarak tanımlanmıştır...
Benim imzaladığım bildirinin içerisinde söz konusu unsurların iması dahi geçmemektedir. Sayın savcı, bildirinin neresinde bir örgütün eylemlerini meşru gösteren, öven veya o yöntemlere başvurmayı teşvik eden bir şeyler bulmuştur? Şiddet kullanımına karşı yazılmış, üstelik bildiride tek bir örgüt adı geçmez iken nasıl olup da örgüt propagandası yapılabildiğini hala anlamış değilim.
"Örgüt propagandası" iddiasına delil olarak PKK/KCK Konseyi eş başkanı olduğunu yine iddianameden öğrendiğim Bese Hozat'ın 27 Aralık 2015 tarihli açıklaması gösterilmektedir. Bahsi geçen konseyi ve onun eş başkanı olduğu söylenen Bese Hozat'ın adını hayatımda ilk defa hakkımızda hazırlanan iddianamede duyduğumu belirtmek isterim. Aslında zorlama bir mantıkla bir örgüt propagandası izi sürülecekse, bana ve benim gibi pek çok insana örgüt ve yöneticileri hakkında bilgi veren ve dahası iddianameyi okuyan insanlar üzerinde bu yapının Türkiye siyasetini ve akademisini yönlendirebilecek kadar etkili olabileceği kanaatini uyandıran iddianamenin kendisinde aranabilir.
Mevcut yasalara göre bizleri yargılayamadıklarından OHAL dönemi kararnameleri ile "iltisak" diye ucu açık ve istendiğinde her şeye ve herkese uygulanabilecek bir kavram icat edildi.
İltisak kavramı ilk olarak Allah ile insan arasındaki ilişkiyi vurgulamak üzere dinsel alanlarda kullanılmıştır. Kelime, "terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu ilgili valilerce tespit edilenler..." şeklinde hukuk alanına transfer edildi. Nitekim bu kavram üzerinden başta Barış Akademisyenleri olmak üzere binlerce kişiye dava açıldı. Elde somut bir "örgüt üyeliği" delili olmasa da bu kavram sayesinde savcı, Anayasa Mahkemesi'nin gerekçeli kararında belirtildiği üzere "varsayımlar" üzerinden bir iddianame hazırlamıştı. Zaten Barış Akademisyenleri'ne verilen hapis cezalarında açıklanan gerekçe şu şekildeydi:
"Terör örgütüne üye olmamakla birlikte bilerek ve isteyerek yardım etme"...
Elbette iltisak marifetiyle bu karar veriliyordu. Yukarıda da belirttiğim gibi ucu o kadar açık bir kavram ki istendiğinde herkese uygulanabilir. Söz gelimi işgüzar bir savcı bu kavram üzerinden dini vecibelerini yerine getiren herkese örgüt propagandası yapıyor diye dava açabilir, zira IŞİD üyeleri de benzer dini pratikleri gerçekleştiriyor...
Barış akademiyenlerince hazırlanan bildiriyi neden imzaladığımı açıklamaya geçmeden önce, bildiride "terör örgütü propagandası yapıldığı" iddiasını şiddetle reddettiğimi bir kez daha yinelemek istiyorum. Zira tarafımca imzalanan metin ülkemizin üniversitelerinde görev yapan akademisyenlerce oluşturulmuş "Barış Akademisyenleri İnisiyatifi" tarafından hazırlanmış bir metindir. Nitekim, şahsen söz konusu metni herhangi bir "örgüt" adına veya herhangi bir "örgütü" desteklemek amacıyla imzalamadım. Amacım, insanların bir araya gelerek oluşturduğu devlet mekanizmasını evrensel akademik sorumluluğun bir gereği ve akademinin tartışmasız koşulu olan ifade özgürlüğü ilkesine uygun olarak, ülkemizde geçmişte de yaşanan acı deneyimlerin tekrar yaşanmaması adına eleştirmekti.
Her şeyden önce yukarıda da belirttiğim gibi böyle bir iddianın doğru olması için en azından metinde bir "örgüt" adının geçmesi ve dahası eylemlerinin övülmesi ve/veya teşvik edilmesi gerekirdi. Oysa iddianamede de ifade edildiği üzere bildiride sadece devletten bahsedilmektedir.
Vatandaşı olduğum, dahası toplumsal konular ve olaylar üzerine çalışan bir sosyal bilimci olarak bağlı olduğum devleti yeri geldiğinde eleştirmek, hem evrensel akademik ahlakın hem de yurttaş olmanın bir gereğidir. Sırf bu eleştiriden dolayı herhangi bir örgütün propagandacısı olarak ilan edilmek en basit anlamıyla indirgemeciliktir.
Akademik kariyerim boyunca iktidar aygıtlarını eleştiren onlarca bildiriye imza attım. Sözgelimi 2008'de yayımlanan "Başörtüsüne Özgürlük" bildirisini de imzalamıştım. Bu mantıkla, sırf bu bildiriyi imzaladığım için ya cinsiyet olarak "kadın" ya da politik görüş olarak "şeriatçı" olmam gerekirdi. Oysa ben ne kadınım ne de şeriatçıyım. İnançları gereği kamusal alanda da örtünmek isteyen kadınların devlet tarafından gasp edilmiş haklarının alınması için imzaladığım bir bildiriydi. Aynı şekilde 2005'de o zaman başbakan olan şimdiki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Diyarbakır mitinginde dile getirdiği "Kürt sorunu vardır" söylemiyle başlattığı "açılım süreci"ni de destekleyen ve aralarında geçen dönemlerde AKP'de milletvekilliği yapmış Mehmet Metiner, Orhan Miroğlu ve eski Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun baş danışmanlarından Muhsin Kızılkaya'nın da olduğu 50 sanatçı ve yazar tarafından yayımlanan bildiriyi de imzalamıştım. Bahsettiğim bildiriyi de, Barış Akademisyenleri bildirisini de barış ve huzur ortamının tesis edilmesi amacıyla imzaladım.
Bildiride en fazla tepkiyi çeken söylemin "Devletin katliam ve sürgün yaptığı" ifadesi olduğu anlaşılmaktadır. Zira bildiri nedeniyle hakkımda açılmış idari ve adli soruşturmaların tamamında şahsıma "Devlet katliam yapar mı?" sorusu yöneltildi. Bu sorunun (aslında sorunsal demek daha doğru) cevabı "devlet" aygıtının tartışılmasıyla verilebilecektir. Her şeyden önce bizdeki "kutsal", "mutlak" ve "insandan azade", dolayısıyla "kusursuz" devlet algısının aksine tüm devletler gibi bizim devletimiz de insanlardan oluşan, dolayısıyla hata yapabilen gayet beşeri bir örgütlenmenin ürünüdür. Devlet, insanlardan oluştuğu için, insanlar devlet adına hata, hak gaspı hatta katliam da yapabilmektedir. Nitekim yakın bir zaman önce beraat kararı verilen "Ergenekon Duruşması" devletin hataya sürüklenebildiğinin; kamusal alanda başörtüsünün yasaklanması devletin hak gaspı yapabildiğinin ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Başbakan olduğu dönemde "Dersim Olayları" ile ilgili olarak "devlet katliam yapmıştır" ifadesi de devletin katliam yapabileceğinin en somut örnekleridir.
Daha önce de ifade ettiğim gibi devlet soyut ve metafizik bir varlık alanı değildir, aksine insanların bir araya gelerek oluşturduğu oldukça beşeri, dolayısıyla yine bünyesindeki insanların zaaf veya ihtiraslarına göre biçim alabilen ve politikalar üreten bir değişkendir. Yukarıda verdiğim örneklere ek olarak söz gelimi muhafazakar kesimi hedef alan "28 Şubat" veya etkisi hala süren 15 Temmuz darbe girişiminin devletin askeri, polisi, savcısı, hakimi ve diğer kamu görevlileri tarafından yapıldığına hepimiz şahit olduk.
Barış Akademisyenleri bildirisine imza atmaya beni motive eden diğer bir etmen de doktora tezimde de tartıştığım "toplumsal çatışma teorileri" üzerine yürüttüğüm akademik çalışmalarımdır. Hem zengin bir literatür taraması hem de alan araştırmaları sonucunda uzmanlaştığım ve sosyal bilimlerde "transaksiyonalizm" olarak bilinen çatışma kuramına göre; grupları bölen ve aralarında derin sınırlar çizen şey, onların bölgesel, dilsel veya dinsel farklılıklarından ziyade gruplar arasında veya grup içerisinde yaşanan çatışmalardır. Gruplar çatıştıkça içlerine kapanır ve birbirlerinden uzaklaşırlar.
Doktora tezimden kısa bir bölümü aşağıda vererek iddiamı daha iyi anlatabileceğimi düşünmekteyim:
"Gruplar arası ve grup içi çatışma ve rekabet, tarafların karşılıklı olarak kimliklerinin değerini artıran dinamik bir süreçtir (Seul 1999: 557)1. Savaşlardan spor karşılaşmalarına kadar olan çatışma, gerginlik ve rekabet grup içinde bireylerin aidiyetlerine (ulusal-etnik-bölgesel-kentsel-semtsel vs) daha da sıkı sarılmalarına vesile olmaktadır. Zira grup kimliğine bağlılık karşılıklı olarak özellikle kriz dönemlerinde güçlenmektedir. Çatışmalar yeni korkuları ve kinleri beslemekte ve ajite olmuş kimliklerin aralarındaki uçurumu daha da derinleştirmektedir (Seul 1999: 558). Smith'e (2002: 67)2 göre, "ikili düşmanlıklar evrensel araçlara sahip değildir; kendilerine ait bir momentumları vardır ve karşı karşıya gelişlerinin yarattığı yörüngede diğer grupları yutma eğilimindedir. Bu anlamda savaşı belirleyen topluluk ya da etnisite değil, etnisite anlayışını ve şekillenmesini belirleyen çatışmanın ta kendisidir. Savaş özgül kültürel farklılıklar yaratmayabilir, fakat bunları keskinleştirir ve siyasallaştırır, daha önce etnik kategori halinde olanı, kimliğinin ve kaderinin bilincinde kaynaşmış bir ethniye dönüştürür". Gruplar arasında meydana gelen çatışmalar ister "zafer"le sonuçlansın isterse "yenilgiyle" etki dereceleri ve nitelikleri farklı olmakla beraber her iki sonuç da karşılıklı olarak çatışan grupların kimliklerinin inşasına katkıda bulunur. Yenilgi ve kayıp verme durumu, grubun tümünde ya da çoğunda şiddetli ve aşağılayıcı bir felaket olarak algılanır. "Bu tür bir olayın ardından, grubun tüm üyeleri için ortak, [acıya] ait bir zihinsel tasarım şekillenmeye başlar; grubun üyeleri tarafından geçirilen travmatize olmuş benlik imgelerinin hepsi aynı felaketle ilgili olduğundan bunlar grup kimliğinin parçası, etnik çadırın bezi üzerinde etnik bir işaret haline gelirler" (Volkan 1999: 59)3."
Yukarıda bahsettiğim çatışma ve bunun neticesinde gruplar arasında çizilen uzlaşmaz sınırlar ne yazık ki ülkemizde Türk ve Kürt kimliklerinde giderek derinleşmektedir. Nitekim XVII. Ulusal Sosyal Psikiyatri Kongresinde sunduğum "Toplumsal İlişkilerde ve Disiplinlerde 'Ezen/Ezilen' Klişesi Üzerinden Kimlik Algısı ve Açmazları: Kürt ve Türk Kimliklerinde Değişen Öteki Algısı" başlıklı bildirimde yaşanan çatışmalara paralel olarak gün geçtikçe derinleşen bu ayrılma ve düşmanlık hallerinden bu ülkenin bir yurttaşı ve akademisyeni olarak endişeyle bahsetmiştim.
Sonuç itibariyle yaşanan çatışmayı sonlandırıcak yegane iradenin devlet erki olduğu kanaatindeyim. Daha önce "Açılım" ya da "Barış" süreci olarak bilinen çatışmasızlık ortamını da yine devlet başlatmıştı. Aksi durumda, yani çatışmaların sürdüğü bir ortamda, devlet tarafından sivillere zarar verilmeden (ki bu çatışma ortamında mümkün değildir) örgüt üyelerinin tamamı öldürülse dahi sorun çözülmeyecek, dahası artık kaçınılmaz olarak birbirlerinden duygusal olarak kopmuş, kindar ve düşman kimlikler inşa edilmiş olacaktır. Oysa barış ortamında kimlikler birbirleriyle kaynaşır ve sentezleşir. İhtiyacımız olan tek şey toplumsal barıştır!..
Son söz olarak diyorum ki, tarihin her döneminde barış isteyenler değil savaş isteyenler pişman olmuşlardır.