Sanılmasın ki sadece iktidara yakın çevreler kadınlara karşı eşitsizlikçi düşüncelere sahip. Fikrimce, kadınların mücadeledeki yalnızlığı laik ve çağdaş bir yaşam biçimini benimsemiş erkeklerin, kadınları bir türlü eşit olarak göremeyişlerinden dolayı onları yalnız bırakmalarından geliyor.
Türkiye yeni bir yasa tasarısı önergesini tartışıyor… Aslında Türkiye demeyelim çünkü kadınlar tartışıyor. Kadın derneklerinin öncülüğünde bir itiraz süreci, kamuoyu bilgilendirme çabası mevcut.
Peki yasa ne?.. “Erken yaşta evliliklere af” deniyor.
Şimdi açalım, erken yaş ne kadar erken?
Erken yaşta evlilik denince benim aklıma 20’li yaşların ilk beş yılı geliyor. Neticede, alınan kararın sorumluluğu için göreceli olarak erken bir yaş. Üstelik, 20’li yaşlar hem eğitim hem de kariyer için altın yaşlar. Tüm hayat boyu bizleri koruyacak ekonomik özgürlüğün temeli bu yıllarda atılıyor.
Fakat yasa tasarısı bağlamında tartışılan, “reşit olmayan”larla evlenen kişilerin affı. Yani, çocukların evlendirilmelerinden bahsediyoruz.
Çocuklar evlenemeyecekleri için de bu, bir çocuk istismarı affı aslında!..
O zaman düzeltince şöyle oluyor: “Çocuk istismarlarına af geliyor”!..
3 yıl önce, kadın derneklerinin yoğun çabası ile “Utanç” yasa tasarısı olarak rafa kaldırılmış olan bu “af” konusunda, tıpkı Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı Canan Güllü’nün dediği gibi, “Bu günün yeniden geleceğini biliyorduk”.
Güllü şunun altını çiziyor: 3 yıl önce sayıları 300’lerde olan bu kişiler 10 bine çıkmış. Yani bugün parçalanmış aileleri birleştirmek olarak sunulan bu yasa önergesinden 10 bin kişi yararlanabilecek duruma gelmiş.
Fakat kadın cinayetleri, çocuk istismarları ve kadına karşı şiddet artarken ve de uluslararası toplumsal cinsiyet raporlarında 150 ülke arasında 130’uncu sıradan üste çıkamazken bu ısrar neden?..
Zannedersem bu ısrarı anlamak için 2011 yılına dönmekte fayda olabilir.
Türkiye tarihinde 2011 yılı kadın hakları ve laik Türkiye açısından bir dönüm noktası.
2011 yılından beri, Türkiye’de kadınlar kazanılmış haklarını sürekli olarak kaybediyor. Kürtaj hakkı, eğitim hakkı, çalışma hayatındaki hak ihlalleri derken, onlara ait olan bir bakanlığı kaybediyorlar.
Kadınların yeri açık ve seçik bir biçimde belirtiliyor: Aile.
Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın adı değiştiriliyor yerine Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı kuruluyor.
Yetmiyor, kadın örgütlerinin tüm karşı çıkmaları kulak ardı ediliyor…
Hatta öyle ki 9 Temmuz 2018’de Resmî Gazete’de yayımlanan kararla, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı birleştiriliyor. Kadınlar, “Çalışma, Sosyal Hizmetler ve Aile Bakanlığı’nın” içinde sorunlarının duyulmasını beklemek zorunda bırakılıyor.
Aile kadının hem yeri, hem “cehennem”i
Fakat, kendilerine reva görülen tek yer olan aile de mezarları oluyor.
Kadınlar en çok aile içinde zarar görüyor. Ailede tecavüze, istismara uğruyorlar.
Hem dünyada hem Türkiye’de, kadınlar en büyük darbeyi en yakınındaki erkekten alıyor. Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi’nin 2018 kadın cinayetleri raporuna göre, kadınların yüzde 34’ü eş, sevgili, nişanlıları tarafından, yüzde 24’ü ise başka bir aile üyesi tarafından öldürülmüş. Türkiye’de de durum aynı şekilde.
Kadına karşı şiddet yakınlarından gelirken, şiddete teşvik ise kimi zaman kamudan, kimi zaman ise güç mekanizmalarından, konum sahibi erkeklerden geliyor: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Faruk Beşer, “Yoğun bakımda kadın ve erkeği ayrı odalarda tutmak mümkün değil mi? Kadına kadın, erkeğe erkek doktor bakamaz mı?” derken, Necmettin Erbakan Üniversitesi Dekanı Prof. Dr.Mehmet Keralı kasım ayında “İyi bir ev hanımı olmak bakan, başkan, bir iş kadını olmaktan elzemdir' diyori
Laik eğitim darbeye uğruyor, öğrenciler harem-selamlık oturtuluyor. Meraklısı yalnızca 2018’de kadınlara neler dendiğini Kadın Cinayetleri’ni Durduracağız Platformun’nun internet sayfasından okuyabilirler.
Fakat sanılmasın ki sadece iktidara yakın çevreler kadınlara karşı bu tarz düşüncelere sahip. Fikrimce, kadınların mücadeledeki yalnızlığı laik ve çağdaş bir yaşam biçimini benimsemiş erkeklerin, kadınları bir türlü eşit olarak göremeyişlerinden dolayı onları yalnız bırakmalarından geliyor.
Hatta öyle ki sosyo-ekonomik düzeyi yüksek ailelerde kadınlar eşlerinden şiddet gördükleri ve sosyal çevreden utandıkları için hiçbir yere gidemiyorlar. Sanatçı Sıla Gençoğlu’nun, oyuncu Ahmet Kural’dan gördüğü şiddet, kadına karşı şiddetin geleneksel streotiplerini yıkarken, aydınlık fikirleri ile tanınan psikiyatrist Murat Paker’in bu listeye eklenmesi, kadına karşı şiddetin topluma nasıl nüfuz ettiğine yönelik çok acı örnekler.
Kadına karşı çekilen bir silah, bir öğretmenin bir öğrencisine tacizi, atılan bir tokat asla bir anlık bir öfke değil. O, bir anın arkasında yatan olaylar zincirinin bir ürünü. Şiddet eylemi gösteren bir erkeğin geçmişinde muhtemelen, annesine değer vermemiş bir baba, “erkekliğin” yüceltildiği bir aile ve sosyal çevre, yasalarla korunamayan kadınların olduğu bir toplum, iktidar söyleminin cesareti, medyanın dili var.
İşte bu yasadan 10 bin kişi yararlanacak gibi gözükse de aslında kadın haklarını geriye götüren her eylem, milyonlarca kadını etkilediği gibi, gelecek kuşakları da tehlikeye atıyor. Çocuk yaşta evlendirilen bir kız çocuğunun bozulan psikolojisinde nasıl bir kadınlık tecrübesi, nasıl mutlu çocukları olabilir ki?
Mutsuz kadınlar, mutsuz bir toplum demek. Ekonomisi kötü, demokrasisi olmayan bir toplum demek.
Kısacası, kadınlar üstünden yürütülen politikalar, laik hayatın istenmediğinin bir simgesidir, bu sadece kadınların değil tüm Türkiye’nin sorunudur.
“He for she” kampanyalarına sadece vitrin olarak değil, sanki içten bir destek vermenin vakti geldi de geçiyor, değil mi?!..