Şu birlikte yaşama işi, hani bir arada olma durumu. Aynı evi paylaşmaktan mı ibaret yalnızca?
Yaşam alanımızı paylaşabildiğimiz zaman gerçekten birlikte yaşamış oluyor muyuz?
Bilmem kaç oda, kaç salon evinizi açabildiğiniz gibi gönlünüzü, kalbinizi, yaşamınızı da açabilir misiniz? Evinizi aldığınız insanı kalbinize alacak kadar uygun mu ruhunuz?
Siz o insanı neden istemiştiniz yaşamınıza? Bunun yanıtını hatırlıyor musunuz?
Ben söyleyeyim, muhtemel yanıt şu: Sevilmek için.
Çok fantastik!
Ama çekici değil, hatta oldukça itici.
Buram buram bencillik kokuyor.
Bencillik ile başlayan ilişkilerde yalnızlık daim oluyor. Evinize alın ya da almayın, gönlünüze almadıktan sonra evi açmanın bir manası yok.
Evinizi açtınız diyelim. Hakiki iki kişilik yaşam kurabilecek misiniz?
Özel zamanlarınızı daraltıp karşınızdakini dinlemeye zaman yaratabilecek misiniz? Hem de çoğu zaman sizinle hiç ilgisi olmayan konular için.
Televizyon keyfinizden feragat edebilecek misiniz? Tek kişiyken izlediğiniz programlar yerine iki kişilik programlar seçebilecek misiniz? Hani şu ortaklaşılan seçimlerden bahsediyorum.
İlişkide olduğunuz kişinin program seçimine saygı gösterebilecek misiniz? En az onun sizin seçiminize saygı göstermesini beklediğiniz kadar.
Soğanlı salatanızın soğanından vazgeçebilecek misiniz?
Hani şu ev hayatında üften püften çıkan sorunlar var ya, bir anda iki kişinin birbirinin boğazına sıkmasına ramak kalanlar. Tozu dumana katanlar. Toz duman dağılınca ne saçma bir nedenden kavga edildi düşüncesinin anlamsızlığına düşünülen durumlardan bahsediyorum. Onlardan vazgeçebilecek misiniz?
İşte, onların hepsi sevgisizlikten kaynaklanıyor. Yeteri kadar sevebildiğimizde, gönlümüzü sonsuzluğa doğru açmak gibi, o zaman ne salatanın soğanı ne sevilme isteği kalıyor.
Seviyorum, yanımda olsun diyebiliyorsunuz.
Peki, bunun tam tersinden ilişki kurduğumuzda neler oluyor?
Evinizi açıp gönlünüzü açmazsanız, işler epey karışıyor. Çaprazlanmış bir ilişki ağı içine düşüp kaybolma ihtimali yaşıyorsunuz.
O beni sevsin, sevilmeye ihtiyacım var diyerek hayatınıza aldığınız sizi istediğiniz gibi sevmediğinde, beklentinizin dışında bir sevgi sunduğunda vah halinize!
Bu durum ilk başlarda ufak yıkımlar yaratırken sonrasında benliğinizde ciddi düşüşler yaratıyor. Sevilmediğinizi düşündükçe değersizlik, kullanılma, hor görülme ve aşağılanma duyguları ardınız sıra sizi takip ediyor.
Hep sevilmeye ihtiyacınız olduğunu varsaydığınızdan, bu sefer sevgiyi aramak için yeniden yollara çıkıyorsunuz. Bu arada evlilik gibi bir durumun ardından, çocuk yapma işine de girdiyseniz hayatınızı daha da karmaşıklaştırıyorsunuz. Yeniden sevgi aramak için yola çıktığınızda, aradığınızı bulamamaktan da korkmaya başlamış olmanız muhtemel.
İlk girişim başarılı olmadığını göre, değersiz hissetmenin de tadına bakıldığına göre, sevgi konusunda daha güvensiz, daha korkak olduğunuzu anlamak çok kolay. Bu nedenle, tüm kötü yanlara rağmen eldeki ilişkileri kaybetmeden yenisini aramaya başlıyorsunuz. Gelirse balıklama atlanacak bir aşka doğru yelken açmış oluyorsunuz.
O aşk sandığınızı bulduğunuzda düzeninizi de korumak isterseniz, buna aldatma deniyor.
O aşk sandığınızı bulduğunuzda tüm hayatınızı değiştirirseniz, buna başkası için yuvasını yıktı deniyor.
Ve maalesef bunların hiç biri kurtuluş değil. Siz başka bir hikayede, yine aynı siz olarak acıların çocuğu olmaya devam edeceksiniz. Ve en iyi yaptığınız şeyi yapıp hayata isyan edecek, içten içe sövmeye devam edeceksiniz.
Hâlâ sevmeyi denemediniz. Ne acı!
Hala Ali, Ayşe, Mehmet, Hasan, Emine’den öteye geçip insanların varlıklarını onurlandırmaya girişemediniz. Karşınızdakinin suretini değiştiren tek şeyin sizin sevginiz olduğunu keşfedemediniz. O zaman “Batsın Bu Dünya”.