Güleni ve güldüreni sevmeyen, mizah anlayışını ve mizaha yönelik tahammülünü gittikçe daha da yitiren...
…Kahkaha Tasarrufçusu Nizam Bey ile Muhterem eşi Somurtuk Fitnat Hanım, bir lokantada sessiz sözsüz, hiç konuşmadan ve tabii zinhar gülmeden yemeklerini yerken, bir yandan da, yan masalarında oturan, aralarında sohbet edip kıkırdayan gruba, onaylamaz, ayıplayan bakışlar atarken görüldüler… Ne kadar bildik bir sahne değil mi? Çoğumuz tanık olmuşuzdur. Güleni ve güldüreni sevmeyen, mizah anlayışını ve mizaha yönelik tahammülünü gittikçe daha da yitiren, somurtuk bir millet olduk ne yazık ki…Gülmek, insan bedeninin yetileri içinde en harika şeylerden biri. İçten birkaç kahkaha, en az ağlamak kadar doğal, beslenmek kadar doyurucu, uyumak kadar dinlendirici olabiliyor. Oysa "çok gülen çok ağlar" gibi anlamsız, karma-sapan bir inanışın yer ettiği; hapşırırken salgı karşıdakinin suratına förtlemesin diye nasıl ağız elle örtülürse, gülerken de sanki karşıdakine pozitif enerji fışkırtmak bir görgü eksikliğiymiş gibi örtülü gülmelerin gırla gittiği; erkeklerin ağlayamadığı, kadınların gülemediği; eskaza gülebilen erkekler “karı gibi gülme lan..” diye hizaya sokulurken, gülebilen kadınların, alabildiğine ayıplandığı; gülmenin “şeytan icadı” addedildiği, acayip, kültürel inanış ve alışkanlıklarımız var.Zoraki gülümsemelerden, maskelenmiş öfkelerin üzerini kapatan dudak kıvrımı renginde boyalardan söz etmiyorum. Söz ettiğim, ağız dolusu, ajandasız, esrik, kıkırdamalar...Kendiliğinden, zamansız, hesapsız, doludizgin kahkahalar. İnsana “yaşıyorum” dedirten; kimi kez, tek başınalığı taçlandıran; kimi kez de çoğul anları parlatan gülüşler... Bazen kendi kendine, eğlenceli bir yaşanmışlığın anısına, yapılan minik sakarlık ya da salaklıklara, televizyonda, sinemada ya da bir kitapta bir parçaya, bir karikatüre veya kim tutar, dümdüz duvarlara bakarak gülmek; bazen eşin ya da sevgilinle aşkını, bazen dostlarınla keyifli diyalogları ya da ortak yaşanmış komik anları kahkahalarla süslemek; bazen de, yaşamın türlü boyutlardaki sıkıntılarına karşı, mizahı, adeta koruyucu kişisel bir kalkan gibi kullanarak, gerilimi boşaltabilmek, sıkıntıları çok daha kolay katlanılabilir hale dönüştürmek bence paha biçilemez...Mizah unsurlarının, öğrenme yetisi üzerinde de olumlu etkisi olduğu; salgılattığı seratonin hormonun, beynin algılarının daha açık, dolayısıyla daha kolay öğrenmeye yatkın olmasını sağladığı, bilimsel açıdan kanıtlanmış bir olgu. Tüm bunlara karşın, Türk eğitim sistemi, hala, “asık yüzlü” ve abus bir inatla, tümden ciddi olmayı sürdürmekte. Mizahın her türlüsüne yönelik tahammülsüzlük, sosyalizasyon sürecinde, yalnızca aileden alınanlarla değil, eğitim sistemiyle de küçücük bünyelere aşılanıyor. Durum böyle olunca, Türkiye’de en sağlam muhalefeti, çizgileri yoluyla yıllardır yapmakta olan nice mizah dergisi, zamanının Gırgır ve Limon’u, şimdinin Leman, Penguen, Uykusuz gibi dergileri, günün iktidarı tarafından sürekli dava ediliyor. Önceki liderlerin de tazminat davası açtığı görülmüştü. Özellikle merhum Turgut Özal’ın, başbakan olduktan sonra, karikatürler konusundaki tahammülsüzlüğü bilinen bir konuydu. Ancak Başbakan Tayyip Erdoğan, bu konuda “en çok karikatür davası açan lider” rekorunu korumaya kararlı görünüyor. Başbakan’ın avukatları tarafından , 2004 yılında Cumhuriyet çizeri Musa Kart’ın İmam Hatip Liselerini ip yumağı , Recep Tayyip Erdoğan'ı da ip yumağına dolanmış kedi olarak çizdiği karikatürüne, 2005’de Penguen Dergisi’nin kapağında yer alan “Tayyipler Alemi” karikatürüne ve 2006’da Leman Dergisi’nin kapağında yer alan “Reco Kongo Kenesi” karikatürüne yönelik davalar açılmış; Musa Kart’ın 5bin TL tazminat ödemesine karar verilirken, diğer davalar, “kişilik haklarına saldırı değil, eleştiri hakkı” oldukları gerekçesiyle mahkemeler tarafından reddedilmişti. Karikatür tartışması, Salih Memecan’ın CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu dansöz olarak tasvir ettiği karikatürüyle geçtiğimiz günlerde yeniden alevlendi. Kılıçdaroğlu herhangi bir dava süreci başlatmazken, konuyla ilgili görüşleri sorulan Başbakan, “karikatüristlerin özgürlük sınırını ben çözemedim” diye basına dert yandı. Her konuyla ilgili “derin” bilgi ve kişisel yorumlarını, hiçbir imbikten geçirmeden kamuyla paylaşmayı, yaşamındaki en temel misyonu addeden Hülya Avşar, geçtiğimiz yıl verdiği bir röportajda, “Başbakan bana ürkek kedi gibi geldi. Çok uzun zamandır ortaya çıkmamış duyguları var” çözümlemesini yaptığında, AKP’liler, hiç gecikmeden, “Başbakan bize aslan gibi geliyor” diye karşılık vermişlerdi. Karşılıklı sürdürülen bu kedigiller dokundurmalı açıklamalar, abesle iştigal, deli saçması ve bence, bir yandan son derece de komikti!Dünyada birçok siyasi liderin, konu edildikleri karikatüre hoşgörüyle yaklaşması, hatta bunu bir referans, bir tanıtım aracı olarak kullanması bilinen bir konu. Örneğin, ABD’de karikatürlere tazminat davası açılamaması, yasalaşmış bir uygulama. Demokrasi ve özgürlükler üzerine bunca alevli tartışmalar yapılırken, kişisel hoşgörüyü tümden çöpe atmak, kanımca sadece siyasi liderlerimize özgü değil. Tahammülünü gittikçe yitiren; özellikle ince mizahla meselesi olan bir toplum haline geliyor olmamıza da atfedilecek bir şey. Bu açıdan da son derece kritik bir durum. Çünkü gülmenin sağaltıcı, birleştirici, onarıcı etkilerine, hepimizin çok, çok gereksinimi var. Ne demeli… Kahkahası bol bir hafta sonu dilerim.