Avrupa’da Yaşayan Bir Türkiye’linin Gözünden... Norveç’i kana bulayan korkunç katliamın ardından, Avrupa aşırı sağının çoğunluk refleksi ortak: Katliamın sanığı Breivik ile aralarındaki görünmez mesafeyi olabildiğince açmak. (Açıkça görünen ideolojik yakınlığın üzerini de bu şekilde mümkün olduğunca kapatmak). Breivik’in, çokkültürlülük ve İslam karşıtı görüşleri ile şiddetli eylem planlarını içeren, uzun ve çapraşık manifestosunda verdiği referanslar ortaya dökülünce, tartışmalara tüm kanatlardan köşe yazarları ve Avrupalı muhafazakar partiler de katılmış oldu. Manifestoda ismi en az 30 kere geçen, Hollanda aşırı sağının lideri Geert Wilders, geçtiğimiz Salı günü bir bildiri yayınlayarak, Breivik’in eylemlerini lanetlediğini belirtti. Kısa süre önce bizzat kendisi halkı kışkırtma ve ayrımcılık iddiaları ile yargılanan Wilders, kendisinin ve partisinin hiçbir zaman şiddet çağrısı yapmadığını, “Breivik’in İslam ile savaş’ı bütünüyle yanlış anlamış olduğunu” söyledi. Tek tek de olsa, Hollanda medyasının bazı güçlü ve özgürlükçü kalemleri, Wilders’ın ve bir bütün olarak Avrupa aşırı sağının, Breivik’i “yaptıklarının farkında olmayan bir psikopat” olarak bireyselleştirme çabasının komikliğinden dem vuruyor. Breivik’in, iddia edildiği gibi “tehlikeli ve izole edilmiş bir deli değil; Amerika’daki Çay Partisi’nden, çokkültürlülüğe karşı çıkan Avrupa’lı liderlere kadar tüm aşırı sağ görüşlü yapılanmaların görüşlerinden beslenen bir toplumsal ürün” olduğunu savunuyor. Görünen o ki, bu tartışmalar artarak sürecek. Tüm dünyada palazlanmaya başlayan “yabancı düşmanlığı”, global ekonomik krizlerle de beslenerek arttıkça, aşırı uçların daha da sivrilmesi, ne yazık ki kaçınılmaz. Bu süreçte Breivik’in “aklını yitirmişler” klasmanından “ötekileştirilmesi” de kendi içinde oldukça ironik. Ötekileştirme çok boyutlu bir kavram. Toplu katliam yaparak, tek tek öldürerek, savaşarak, yasalarla haklarını ellerinden alarak, toplumdan sürerek, dışlayarak, yakarak ya da taşlayarak eyleme geçirilmesi özünde çok da fark etmiyor; yaşamını ve değerlerini, “kendinden olmayanı mümkünse yok etmek, elden gelmiyorsa da tümüyle yok saymak” üzerine kuran anlayış, her ne yönden, milletten, etnik kültürden gelirse gelsin, aynı kaygıyı uyandırıyor. Oysa ne yazık ki, ötekileştirme her yerde. Bazen en çok da içimizde. Türkiye Değerler Araştırması’nda, komşusunun Hristiyan olmasını istemeyen %47’lik, göçmen olmasını istemeyen %39’luk, eşcinsel olmasını istemeyen %85’lik bir kesim var. Türkiye medyasında, Ermenistan Cumhurbaşkanı’nın şuursuz ve milliyetçi açıklamalarını kendi biçemince taşlarken, aslında o cumhurbaşkanıyla birebir aynı kalıptan yontulmuş, sadece dili ve milliyeti farklı açıklamalar yaptığının zerre farkında olmayan kalemler var. Bu ajitasyon ustası, popülizm yıldızlısı kalemler, ötekileştirme’nin kitabını bile yazarlar! Görüşleri nedeniyle sokakta hunharca sırtından vurulmuş Türkiye’li Ermeni aydın Hrant Dink’in ardından, şiddeti, ayrımcılığı ve terörü lanetlemek için sokaklara dökülen milyonları vatan haini olarak yaftalamak kadar; şehit cenazeleri yapılırken, “günahkar” şarkıcı Amy Winehouse’un ölümüne nasıl ve ne kadar üzülünmesi gerektiğiyle ilgili ölçütler de üretebilir, yazdıklarıyla farklı kesimleri değil, neredeyse bütün bir hayatı yaftalarlar. Bu kısasa kısas anlayışı, göze göz dişe diş çağdışılığı, “öteki-beriki” yaftalarıdır asıl korkunç olan; ne yazık, anlamazlar...!