Bir süredir hepimize demokrasi ve gazetecilik dersi veren Mustafa Karaalioğlu, Yeni Şafak'ın GYY'si olduğu AKP iktidarının ilk yıllarında, Başbakanlık danışmanı Akif Beki'ye şöyle akıl veriyordu: "Ben geçen gün sayın Başbakan'a da söyledim. Medyanın hali ordudan daha önemli. Asıl medya ile uğraşmak gerek. Orduyu bir şekilde kontrol edersin, anlaşırsın. Ama medya öyle değil" (aktaran Serdar Akinan, Sahi Beni Neden Almadılar, Kırmızı Kedi, 2013, s.166).
Aslında, Başbakan da, medyaya yönelik operasyonun bu kilit isimleriyle aynı şekilde düşünüyor, zamanında Erbakan'ın medyaya gereken önemi vermediğinden söz ederek, farklı bir yol izleyeceğini ima ediyordu. AKP'nin iktidara geldiği 2002 yılından itibaren izlediği bu yol dört hat üzerinden ilerledi: TMSF'nin araçsallaştırılması, İslamcı medyanın semirilmesi, ana akımın ehlileştirilmesi ve muhalif medyanın sindirilmesi.
Birinci hat, 1980 sonrası gelişen ve neoliberalizmin şekillendirdiği medya alanının günahlarından iktidarın yararlanmasını ifade ediyordu. Gazetelerden kâr etmek yerine, enerji, bankacılık, inşaat gibi diğer sektörlere yapılan yatırımları medya gücüyle desteklemeyi öngören bu ana akım medya ortamı, krizle birlikte diğer sektörlerdeki yatırımlar çökünce, TMSF'nin müdahalesine açık bir hale geldi. İlk hedef, 2002 seçimlerinde yüzde 7,25 oy alan Cem Uzan oldu. Uzan'ın elindeki medya kuruluşları TMSF'ye, ardından AKP'nin medya nöbetçilerine devredilirken, Uzan ülkeyi terk etmek zorunda kaldı (Ethem Sancak ise AKP MKYK'sına girdi).
2008'de ise, bugün iktidar medyasının amiral gemisi diyebileceğimiz ATV-Sabah grubu, TMSF marifetiyle, Çalık Holding'e teslim edildi. 2013 yılında da, Çukurova Holding'in elinde bulunan Akşam, Show, Skyturk gibi medya kuruluşları TMSF eliyle iktidarın istediği ellere pay edildi. Böylece, 90'lı yılların ana akım medyasının önemli aktörleri Cem Uzan, Dinç Bilgin, Mehmet Emin Karamehmet gibi isimlerin oyun dışı kaldığı yeni bir medya ortamı yaratılırken, iktidarın propaganda faaliyetini yürütecek güçlü bir medya ağı oluşturulmuş oldu. Bu medya ağının maliyeti ise, sırası ihaleler üzerinden belirlenen, bir nöbetleşe sahiplik yapısı tarafından üstlenildi. İhale almak için medya patronu olma dönemi bitmiş, ihale aldığın için kendini medya patronu bulduğun bir dönem açılmıştı.
90'lı yılların gücü ve etkisi sınırlı İslamcı medya gruplarının ve gazetecilerin semirilmesi bu sürecin ikinci hattını oluşturdu. Akit, Yeni Şafak, Kanal 7 gibi gazete ve televizyonlar, AKP'den büyük bir destek gördü. Bu dönem, ballı inşaat ihalelerini kaçırmayan Albayrak Holding, gazetesinin yanına TVNET isimli bir televizyon kanalı ve Birlikte isimli bir dağıtım şirketi eklerken, bünyesinde çıkan Gerçek Hayat, Derin Tarih, Cins, Nihayet gibi dergilerle ve Ketebe Yayınevi'yle, Gezi sonrası AKP'nin atağa kalktığı "kültürel iktidar ile mücadele"de de öncü bir rol üstlendi. Kanal 7, Ülke TV'yi, Akit, Akit TV'yi kurarken, Milat ve Diriliş Postası gibi (İslamcı söyleme sahip) yeni iktidar gazeteleri peyda oldu. Bütün bu gazete ve televizyonlar, kamu bankalarının reklamları, toplu satın alımlar, yalan tirajlar ile büyütüldü.
Bu kuruluşların dışında tek tek İslamcı gazeteciler de iktidarın pastasından pay almaya başladı. Yüksek teliflerle her gün TRT kanallarına yorumcu olarak çıkan bu gazeteciler, iktidarın ele geçirdiği büyük medya kuruluşlarına komiser olarak atandı. Yine bu dönemde ciddi bir şekilde büyüyen, Türkiye gazetesi ve TGRT'ye sahip olan, Işıkçılar özellikle Doğan Medya'nın yeniden yapılanmasında önemli bir rol üstlendi.
Bu hattın atlanmaması gereken diğer bir önemli bileşeni ise, bu alanda deneyimli olan, Cemaat medyasıydı. 2002 ile 2004 arasında, iktidarın ihtiyaç duyduğu medya yollu operasyonların yürütücüsü olan Cemaat medyası, "vesayete karşı savaş"ın yoğunlaştığı 2007 sonrasında, Bugün gazetesi, Bugün TV ve Kanaltürk'ü satın alan Koza Grup'un sahaya çıkmasıyla daha güçlendi ve çıkarlar çatışması bir iç savaşa dönüşene kadar AKP'nin politik takvimini titizlikle izledi.
AKP'nin TMSF eliyle bulaşamadığı üç büyük medya grubuna –Doğan, Ciner, Doğuş- yönelik ehlileştirme politikası, medyaya yönelik operasyonun üçüncü hattını oluşturuyor. Sık yazılanın aksine bu politika, işlerin AKP lehine değiştiği 2007 yılından sonra başlamadı. Emin Çölaşan'ın Kovulduk Ey Halkım Unutma Bizi (Bilgi Yayınları, 2007) başlıklı kitabında da aktardığı gibi, henüz 2004 yılında Başbakan Erdoğan direkt olarak Aydın Doğan'a ulaşmaya başlamıştı. Bu yıl ve ilerleyen yıllar içerisinde birçok haber ve köşe yazısı, iktidarı ürkütmemek için sansürleniyordu. Ertuğrul Özkök, İktidar-patron-yazarlar arasında bir sansür kurumu olarak işliyordu bu dönem. Şimdilerde kağıttan amiral gemisinin başına geçen Ahmet Hakan'ın, 2005 yılında, bu gazetede yazmaya başlaması da, belli ricalar üzerine mümkün olmuştu. Doğan, kendi çıkarları ve politik olasılıklar üzerine, grubunun yayın çizgisini sürekli güncelleme derdindeydi.
Ancak, 2017'de cumhurbaşkanlığı ve e-muhtıra krizini, 2008'de ise kapatılma davasını atlatan ve bu süreçte yüksek bir oyla yeniden tek başına iktidar olan AKP için artık medya operasyonunu agresif bir şekilde yönetme dönemiydi. "411 el kaosa kalktı" manşetiyle ve Deniz Feneri hakkında yayımladığı haberlerle, dönemin puslu havasından fırsat yakalamaya çalışan Doğan Medya, bu dönemin ilk hedefi haline geldi. Sonrası ise hepimizin malumu: rekor vergi cezaları, kürsülerden savrulan tehditler, grubun elindeki gazete ve televizyonların birer birer satılması ve son olarak Doğan'ın, tasını tarağını toplayıp, medya sektöründen kaçması. Nöbetçilik görevi bu sefer Demirören'e düşmüştü. İhaleler peşinde koşarken, kendisini medya sektörünün göbeğinde, türlü sorunla baş başa bulan patronun gözyaşları da herkesin hatırındadır.
Operasyonun sertliği, diğer iki grubu direnmeksizin teslim olma noktasına getirdi. Öncelikle haber kanallarına iktidar komiserlerinin atanması kabul edildi, ardından bu komiserlerin de düzenleyicisi olduğu tenkisatlar hayata geçirildi. Sonuç olarak geride, Oğuz Haksever'in örneğinde gördüğümüz gibi, kendini sevdirmek için bütün varlığıyla çabalayan insanların bile barınamadığı, neden hâlâ hayatta oldukları belirsiz haber kanalları kaldı.
AKP'nin operasyonunun son hattını ise muhalif medyaya yönelik sindirme politikası oluşturdu. Bu uğurda eldeki bütün araçlar kullanıldı. TMK'daki Terör Örgütü Propagandası Yapma maddesinin sınırları olabildiğince geniş yorumlandı, Cemaat'in düzenlediği operasyonlarda birçok gazeteci tutuklandı, ardından aynı gazeteciler bu sefer Cemaat üyesi olmak suçundan hapsedildi, internet sayfalarına erişim engeli her fırsatta kullanıldı, Cumhurbaşkanı'na hakaret gazeteciler üzerinde bir sopa haline getirildi, RTÜK cezalarıyla dize getirilmeye çalışılan televizyon kanalları KHK'lar ile kapatıldı, Basın İlan Kurumu tarafından ilan kesintileri uygulandı, Basın Kartı uygulamasında yapılan değişiklik ile gazetecilerin hareket alanları kısıtlandı ve son çıkan RTÜK yönetmeliği ile şimdi de internete taşınan muhalif medyanın sesi kısılmaya çalışılıyor.
Geldiğimiz noktada medya alanını üç kategoriye ayırabiliriz: Birincisi, iktidar tarafından yönetilen medya: yani saray medyası, havuz medyası, yandaş medya, her ne şekilde tanımlıyorsak. İkincisi, iktidar tarafından kontrol edilen medya: yani eskinin ana akımı, Ciner'i, Demirören'i, Doğuş'u. Üçüncüsü ise muhalif medya: yani bir şekilde konuşmaya devam etmeye çalıştığımız bütün mecralar.
Böyle bir ortamda, Hürriyet'teki son işten atmaların da gösterdiği gibi, ana akım bir gazetecilik yapma iddiasında olmanın, -mış gibi yapıyor olmaktan başka bir anlamı yok. İktidar tarafından kontrol edilen medyanın, ana akım medya olarak pazarlanmaya çalışılmasının da. Çünkü AKP'nin amacı, karşıtlarının bile iknasını kazanacak bir hegemonya mücadelesini yürütmek değil, içeremediği alanları yok etmektir. Demirören'in nöbetçiliği yaşatmaktan ziyade, bitkisel hayatta tutmak, sonrasında cenaze namazını kılmak üzere tanımlanmıştır.
Bu dönem, ancak ortaya çıkan kullanışlı konumların, birileri tarafından doldurulmasının mümkün olduğu bir dönemdir. Yani, ana akım gazeteci etiketi altında geldiğiniz yer, sizin gazeteciliğiniz tarafından tanımlanmaz, aksine sizin gazeteciliğiniz geldiğiniz konum üzerinden tanımlanır. Çünkü size tam da orada ihtiyaç vardır. Ahmet Hakan'ı 7 Haziran seçimleri öncesi Selahattin Demirtaş'ın karşısına oturtan da, bugün onu Hürriyet'in başına geçiren de, Ahmet Hakan'ın gazeteciliğinden tamamen bağımsız ihtiyaçlardır. Ona o gün orada, bugün ise burada ihtiyaç vardır. Kendisine sunulan konumu oldukça başarılı bir şekilde dolduran Nedim Şener gibi, "intiharları yoksulluktan değil" cümlesini AKP militanı gazetecilerin dışında, ortadan birisinin söylemesinin ihtiyaç olması gibi.
Yeni Türkiye'nin medya düzeninde gazetecilik yapmak, "gazetecilik yapmak"tan daha zor gerekliliklerle yüklü. –mış gibi yapmamak bunların başında geliyor.