Hukuktan önce kaos, anarşi, vahşet vardı. Kaba güç adaleti tanımlıyordu. Bunların önlenebilmesi ve adaletin sağlanabilmesi için hukuk yaratıldı, geliştirildi, daha da geliştirilme ihtiyacı devam ediyor. Kaos, anarşi ve vahşet tamamen önlenebildi mi? Henüz hayır.
Ama yine de hukuksuz dünya dönemine dönmeyi istemeyiz. Hukuka sahip çıkmayı, yeni ihtiyaçlara uyarlayarak geliştirmeyi, hukukun üstünlüğü ilkesini koruyarak kalıcı güvenceye kavuşturmayı, insan onuruna ve haklarına saygı temelinde, demokrasi zemininde adaletin sağlandığı barış ve istikrar ortamında refah düzeyini yükseltmeyi, iklim krizi gibi insanlığın geleceği için ciddi tehdit oluşturan sınamaları tasfiye etmeyi isteriz.
Zaten bu yaklaşım da, İkinci Dünya Savaşı sırasında tasarlanan ve savaş sonrasında kurulan, merkezinde Birleşmiş Milletler’in (BM) bulunduğu, halen içinde yaşadığımız, uluslararası sistemin temel felsefesi, hedefi. BM’nin Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’ne sahip çıkılması öncelik olmalı.
BM Antlaşması ve İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin yol göstericiliğinde, uluslararası hukuk çatısı altında, insan hakları hukukunun, göçmen ve mülteci hukukunun, insani hukukun, ceza hukukunun bağlayıcı zeminini oluşturan sözleşme sistemi ve denetim mekanizmaları geliştirildi. Dolayısıyla, hukuk alt yapısı ve uygulayıcı sistem unsurları hazır.
Sorun, hukuku yapan ve taraf olup uyma yükümlülüğü üstlenen, öte yandan bağımsız yargının etkin işleyişini aşındıran, denge ve denetim mekanizmalarını törpüleyerek hesap verme sorumluluğundan kurtulmayı amaçlayan otoriterleşme eğilimi güçlü popülist siyasetin ikiyüzlülüğü!
Bencil hedeflere yönelik siyasetin, ulusal ve uluslararası alanda ortak çıkarların önüne geçerek, barış ve istikrar yerine çatışmayı özendirme eğilimi engellenemediği sürece, kalıcı barış ve istikrar koşullarının kurulabilmesi, en azından yakında kolay görünmüyor.
Hukukun üstünlüğünün temel ilkelerinden biri eşitlik; yani, hukuk önünde herkesin eşit olması ve hukukun herkese eşit biçimde uygulanması. Bu ilke, ulusal düzeyde olduğu gibi, uluslararası düzeyde de geçerli ve önemli.
BM Antlaşması bu konuda genel çerçeveyi çiziyor, yeterli veri sağlıyor. Ayrıca, 1970 yılından bu yana uluslararası barış ve güvenliğin korunması ve güçlendirilmesi amacıyla, üye devletler arasında hukukun üstünlüğüne uyum çağrısı da içeren deklarasyonlar kabul edilmiş. 2006’dan bu yana BM Genel Kurulu’nda her yıl uluslararası hukukun üstünlüğü ilkesine uyumun öneminin altını çizen kararlar kabul edilmekte. Son olarak, bu yıl Ocak ayı BM Güvenlik Konseyi dönem başkanı Japonya, “uluslar arasında hukukun üstünlüğü” (the rule of law among nations) konulu bir toplantı düzenledi. Bu çerçevede 2024’te düzenlenecek “Geleceğin Zirvesi” (Summit of the Future) için farkındalık yaratmayı ve veri derlenmesine katkıda bulunmayı amaçladı.
Hukuk ayrımcı ve seçici bir anlayışla uygulanmamalı. Bir yandan, çıkarlarınıza uygun olduğunu düşündüğünüz bazı normlara sahip çıkarken; diğer yandan, işinize gelmeyen normları görmezden gelmeyi seçemezsiniz. En başta, uluslararası barış, istikrar ve refahın güvencesi hukukun üstünlüğünü yıpratırsınız. Hem de kendi güvenilirliğinizi ve saygınlığınızı yok edersiniz.
Ne yazık ki çok örnek var. Bazı güncel örnekleri sıralayalım.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgal amacıyla başlattığı savaş uluslararası hukukun vahim bir ihlalidir. Ne yazık ki caydırılamadı, önlenemedi. Şimdi yapılması gereken, insani trajedinin daha da derinleşmesine yol açmadan savaşın durdurulması ve BM gözetiminde barışı yeniden tesis edecek müzakerelere başlanmasıdır.
Savaşın hukukun ihlali olduğunu savunanların savaşı durdurmak yerine savaşın sürmesine yol açan koşulları desteklemeleri çelişki değil mi?
Bu savaşı kınayan bazılarının dünyanın başka yerlerinde benzer şekilde hukuku ihlal etmiş olmalarının üstünü örtmeleri ikiyüzlülük değil mi?
Rusya’nın savaşı yanlış, uluslararası hukukun ihlali; ama diğerleri de yanlış, uluslararası hukukun üstünlüğü ilkesine aykırı.
Geçtiğimiz günlerde Mart 2003’te ABD’nin Irak’ı işgalinin yirminci yıldönümü vesilesiyle birçok değerli akademisyenin, düşünürün önemli yazılarını okuduk. O değerlendirmeleri burada yinelemek gereksiz. Özetle, sahte olduğu ortaya çıkan gerekçeler ile uluslararası toplum kandırılarak gerçekleşen bu yanlışın ürettiği vahim sonuçları yaşamaya devam ediyoruz.
BM sisteminin ana unsurları arasında yer alan bağımsız yargı organı Uluslararası Adalet Divanı (UAD) yalnız devletleri yargılayabiliyor. Bireylerin de uluslararası hukuk önünde yargılanabilmelerinin sağlanması amacıyla kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) dört tür suçu yargılayabiliyor; savaş suçu, insanlığa karşı suç, soykırım suçu, saldırı suçu.
Rusya’nın başlattığı savaşın tüm suçlularının uluslararası hukuk önünde hesap vermeleri gerektiğini vurgulamaya devam ediyorum. Savaşın 24 Şubat 2022’de başlamasından kısa süre sonra 16 Mart 2022 tarihli “Putin’in savaşı ve uluslararası yargı” başlıklı yazımda bu sürecin parametrelerini izah etmiştim.
UCM Savcısı geçen ay Putin için tutuklama kararı verdi. Ukrayna ve ABD dahil onu destekleyen devletler bu kararı övdüler. Uluslararası hukukun üstünlüğü bakımından yerinde bir karar. Öte yandan, Rusya UCM’ye taraf değil. Putin UCM’ye taraf bir ülkeye gitmediği takdirde, bu kararın uygulanma imkanı yok. Yine de gelecekte olası müzakere masasında bir köşede duruyor olacak.
Bir de madalyonun öbür yüzüne bakalım. Bu kararı destekleyen ABD’nin kendisi UCM’ye taraf değil. Geçmişte ABD askerlerinin ya da ABD Yönetimi ile bağlantılı özel kuvvetlerin Afganistan’daki eylemlerinin uluslararası hukuka uygunluğunu araştıran UCM Savcısı’nı kınayan ve yaptırım uygulayan da ABD. Burada çelişki yok mu?
Ukrayna ve Türkiye’nin de UCM’ye taraf 123 devlet arasında yer almadıklarını da hatırlatalım.
Uluslararası mülteci hukuku ve Birleşik Krallık
Bir başka örnek verelim. İkinci Dünya Savaşı sonrasında geliştirilen uluslararası mülteci hukuku, bulunduğu yerde güvenliği tehdit altında olan kişilere uluslararası koruma sağlanmasını düzenler. Bu kapsamda evrensel olarak kabul görmüş ve bağlayıcı nitelik kazanmış normlar var; “1951 Mültecilerin Durumuna İlişkin Sözleşme” ve “1967 Protokolü”. Bu ikisine “1951 Mülteci Sözleşmesi” diyelim. Mültecilerin korunması uluslararası toplumun sorumluluk ve yük paylaşımını gerektirir. Mültecinin ülkesine veya bir başka ülkeye gönderilmemesi (non-refoulement), uluslararası hukukta “üstün kural” (jus cogens norm) niteliği kazanmıştır. 1951 Mülteci Sözleşmesi’ne ek olarak, “BM Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme” ve “BM İşkenceye Karşı Sözleşme” de bu konuda bağlayıcı hükümler içerir.
Genelde Batılı ülkelerin yoğun mülteci akını ile karşılaşan ülkelere sürekli uluslararası hukuk normlarını hatırlattıklarını izleriz. Bu arada, en az gelişmiş ülkelerin dünyada 100 milyon eşiğini aşan mülteci nüfusunun yarısına yakın bölümüne ev sahipliği yaptığını da hatırlamakta yarar var. Türkiye 3,8 milyon kişi ile dünyada en çok mülteci barındıran ülke konumunda.
Buna karşın, Avrupa Birliği (AB) üyeleri dahil, çoğu Batılı ülkenin mülteciler konusunda uluslararası hukukun vahim ihlalini oluşturacak ölçüde olumsuz bir tutum izlediklerini gözleriz. Sınırları kapama, sınırlara yüksek duvar örme, mültecileri zorla geri itme ya da gönderme, mültecilere caydırıcı nitelikte işkence ve kötü muamele uygulama …
Avrupa Konseyi (AK) İşkenceyi Önleme Komitesi’nin (AİÖK) 2022 yıllık raporu 30 Mart 2023’te açıklandı. Raporda, uluslararası hukuka aykırı biçimde artarak devam eden uygulamalar ayrıntılı olarak anlatılıyor. Mültecilerin zorla geri itilmeleri uygulamasına son verilmesi ve mültecilere kötü muamelenin önlenmesi çağrısında bulunuluyor.
Nisan 2022’de Birleşik Krallık (kamuoyunda “İngiltere” olarak yerleşmiş olmakla birlikte ben resmi adını kullanmayı tercih ediyorum) Ruanda ile, ülkeye sığınma başvurusunda bulunan kişilerin Ruanda’ya transfer edilmeleri ve sığınma başvurularının orada değerlendirilmesi amacıyla bir anlaşma yaptı. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) ve insan hakları örgütleri, bu düzenlemenin uluslararası hukuka aykırı olduğunu belirterek anlaşmayı kınadılar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de (AİHM) BMMYK’nın yaklaşımını destekleyen yönde kararlar verdi. Buna karşın, Birleşik Krallık Ruanda anlaşmasını uygulama konusunda kararlılık sergiliyor.
Bu konuyu da 18 Haziran 2022 tarihli “Avrupa’da iki tuhaf gelişme” başlıklı yazımda ayrıntılı olarak anlatmıştım.
Başkalarına uluslararası hukuk yükümlülüklerini hatırlatırken kendisini bu yükümlülüklerin dışında (ya da üstünde) görmek, uyarılara kulak tıkamak, ikiyüzlülük sayılmaz mı?
Uluslararası hukukun bütünlüğü ile bunu anlatmak istiyorum. Ayrımcı ve seçici yaklaşım, uluslar arasında hukukun üstünlüğünün korunmasına ve hukukun eşit uygulanmasına imkan vermez, hukuka güveni aşındırır.
Ne yazık ki, gelişmiş sayılabilecek demokrasinin işlediği bazı ülkelerde toplumun daha geniş bir kesimi uluslararası toplumun karşılaştığı sınamaları gündemine alır ve tartışırken, dünyanın geri kalan bölümünde, minik bir azınlığın dışında, toplumun çok geniş kesiminin gündemi kısır tartışmalardan oluşuyor.
Türkiye’de de dünya gündemini izleyen, düşünce üreten, katkıda bulunan minik bir azınlık var. Ama bu dar grubun ürettiklerinin o minik azınlığın ötesine geçme şansı da pek olmuyor.
Bunun dışında, her gün esasen marjinal sayılabilecek bir ya da iki konu tüm gündemi işgal ediyor. Yoğun, ama kısır bir tartışma gözleniyor. Ertesi gün ya da iki gün sonra bir başka marjinal konu gündemi işgal ediyor. O da bir sonraki gün yok oluyor.
Dünya gündeminde Türkiye’yi, bölgemizi uzun dönemli olarak etkileyecek önemli gelişmeleri, az önce belirttiğim gibi minik bir azınlık dışında, geniş toplum kesimlerinin gündemine dahil edemiyoruz. Oysa, yukarıda değindiklerimize ek önemli gelişmeler oluyor dünyada:
Rusya-Ukrayna savaşını izleyen dönemde yeni bir dünya düzeninin hazırlıkları yapılıyor.
Batı Rusya’yı zayıflatmaya çalışırken Çin ve Rusya yakınlaşıyor. Hindistan da onları yakından izliyor. Üçünün toplam nüfus, ekonomik, teknolojik ve askeri yeteneklerini düşünün.
İran, iç siyasi dinamikleri dönüşüm geçirirken, bölgesel ve uluslararası önemli aktör olma konumunu güçlendiriyor. Son olarak Suudi Arabistan ile bir araya geldi.
Uluslararası güç odağının çoktan kaydığı doğu Asya’da, ABD - Güney Kore - Japonya üçgeninin zayıf halkası Güney Kore - Japonya ekseninde, kısa dönemde kolay görünmese de, dayanışmayı güçlendirme eğilimi gözleniyor. Kuzey Kore nükleer güç gösterisini sürdürüyor.
Myanmar’da darbe yönetimi sivil siyaseti eriterek ülkeyi tamamen teslim alma ve otoriter yönetimini sağlamlaştırma çabası içinde. Arakan azınlığının durumu gittikçe kötüleşiyor.
Latin Amerika’da otoriterleşen yönetimler uluslararası hukukun üstünlüğü bakımından kaygı yaratıyorlar.
Liste daha da uzuyor, şimdilik burada keselim.
Doğallıkla, başta ciddi ekonomik güçlükler olmak üzere, bitmek tükenmek bilmeyen siyasi istikrarsızlık koşullarında, toplumun geniş kesimlerinin ülkeyi de etkileyecek uluslararası gündemi izlemesini beklemenin gerçekçi olmadığını farkındayım.
Umudum, Türkiye’de de siyasi karar sürecine katılan aktörlerin hukukun üstünlüğü ilkesini benimsemeleri ve anlamlı uygulama için koşulları geliştirme iradesi göstermeleri. Böylece, demokratik güvenliğin olgunlaştırılacağı zeminde dünya gündemini de izleyerek gelişmeleri etkileyecek yeteneklere kavuşmaları … Olmaz mı? Bence olur, gelecek kuşaklar için umudumuzu yitirmeyelim.
Herkes için öncelikler arasında yer alması gereken bu konuyu belki de her yazıya eklemeli.
Dünya nüfusunun, ulusal nüfusların, ailenin yarısı kadın. Özetle insan toplumunun yarısı kadın.
Nüfusun yarısının hangi gerekçe ile eşit haklardan yoksun bırakılmaları savunulabilir?
Nüfusun yarısına ayrımcılık ve şiddet uygulanmasının önlenmesine nasıl karşı çıkarsınız?
Tüm insanlar cinsiyet ayrımı olmaksızın eşit haklara sahiptir. Kadına karşı ayrımcılık ve şiddet, esasen eşitsizliğin bir türevidir. Katılımcı ve kapsayıcı demokraside siyaset, bir yandan kadına karşı ayrımcılığı, kadına yönelik ve aile içi şiddeti önleyici hukuki ve pratik önlemleri alırken, diğer yandan da kadın - erkek eşitliğini geri dönüşü olmayan güvenceye kavuşturmayı hedeflemelidir.
Uluslararası hukuk ve ona bağlı iç hukuk yeterli normatif zemini sağlamakta. Sorun, siyasetin bunu etkin uygulamaya dönüştürmesi.
Kadına karşı ayrımcılığın ve şiddetin önlenmesi konusunda uluslararası hukukun ve bu bağlamda “BM CEDAW” ve “AK İstanbul Sözleşmesi”nin geliştirilmesinde Türkiye’nin öncü rolünü, bunların iç hukuka yansıtılmalarının öyküsünü birçok kez yazdım. Bu sürecin ayrıntılarına ilgi duyulursa, 14 Ekim 2022 tarihli “İstanbul Sözleşmesi: Kaybedilen büyük kazanım” başlıklı son yazımda önceki yazılara da bağlantı veriliyor.
İstanbul Sözleşmesi Türkiye için büyük kazanımdı, kaybedildi, yeniden kazanılacağını umarım.
Erdoğan İşcan kimdir?Birleşmiş Milletler İşkenceye Karşı Komite üyesi ve İstanbul Kültür Üniversitesi öğretim görevlisi Büyükelçi (E) Erdoğan İşcan, çeşitli düşünce kuruluşlarının çalışmalarına katkıda bulunuyor. İşcan, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde (ODTÜ) siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler ve uluslararası hukuk öğrenimi yaptı. Ekim 1978’de Dışişleri Bakanlığı’na girdi. Diplomaside 40 yılı aşan hizmeti sonunda Nisan 2019’da emekli oldu. Ekim 2019’da Birleşmiş Milletler İşkenceye Karşı Komite üyesi olarak seçildi. Türkiye’yi 2005-2009 döneminde Ukrayna’da ve 2009-2011 döneminde Güney Kore’de (aynı zamanda Kuzey Kore’ye de akredite) Büyükelçi, son olarak 2014-2018 döneminde Strazburg’da Avrupa Konseyi Nezdinde Büyükelçi/Daimi Temsilci olarak temsil etti. Önceki görev yerleri: Doha, Frankfurt, Bonn, Viyana (silahsızlanma müzakereleri), Londra (Başkonsolos), Cenevre (Birleşmiş Milletler Daimi Temsilci Yardımcısı). Ankara’da son olarak Dışişleri Bakanlığı genel siyasi işlerden sorumlu Müsteşar Yardımcısı (2013-2014), daha önce çok taraflı siyasi işlerden sorumlu Genel Müdür (2011-2013), Avrupa Konseyi ve İnsan Hakları Direktörü (2001-2005) olarak görev yaptı. İşcan’ın diplomasi kariyeri boyunca bağımsız olarak sürdürdüğü uluslararası pozisyonlar şöyle: - Kadına Yönelik Şiddet ve ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi (İstanbul Sözleşmesi) Taraf Devletler Komitesi Başkanı (2015-2018). - Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi eğitim, kültür, spor, gençlik ve çevreden sorumlu Raportör Grup (GR-C) Başkanı (2017-2018). - Demokrasi kültürü ve insan hakları alanında çalışan Norveç Kuruluşu “European Wergeland Centre” Yönetim Kurulu Üyesi (2017-2018). |