Yıldız doğurtmazsan karanlığa, kaosu kendi ahengine çevirmezsen yok olursun.
Nietzche
Bu kış, 2021'in yüklü sonbaharından el almış, zor hem de çok zor bir kıştı.
Bizi kovalayan bir salgın ve memleketin bitimsiz dertleri, yoksulluk ve yoksunluk, kışın soğuk karanlık günlerine karıştı.
Ben her kış önüme kum saatini koyup, gönül oyalayan bir boşluk bırakmaksızın geceye kavuşan kısa, karanlık günleri üzerimden silkelemek için sabırsızlıkla bahar'ı beklerim.
Belki kışı, yalnızca bahara kavuşmak için geçirilmesi, katlanılması gereken bir mevsim saymam, yaşadığım şehir ve meslek yüzündendir diyeceğim ama ben küçükken de kış mevsimlerinde cansızlaşır, sünepeleşirdim.
Bunu fark neden ninem "Kızım geçer, Allah gönül kışı vermesin" diye teselli ederdi.
Zannederim mesele bu gönül kışı meselesi.
Bu yıl baharı neşem yerine gelsin diye değil, biraz doğada oyalanıp, üzerimde kurşun bir giysi gibi ağırlık yapan kasveti havalandırayım diye bekledim.
Ama şaşkın ve kararsız bahar kendisi de kıştan kalma bir ayazda ürpermekte.
Bahar kendi tozunu alamıyor değil ki benim tozumu alsın.
Biz çocukken baharın başladığını Ankara sokaklarındaki mor salkımlar, leylaklardan anlardık.
Çocukluk evimizin arka bahçesindeki leylakların kokusu, eve zor sığan başımı döndürür sokaklara karışmak için huzursuz bir kıpırtıyla kıvranırdım.
Son yıllarda Ankara'da açmalarını iple çektiğim, bensiz açmasınlar diye koştura koştura parka inip yollarını beklediğim sakuralar var.
Açmayı, dökmeyi, bir sonraki mevsimi beklemeyi, kendine bir mevsim edinmeyi anlatan sakuralar.
Coğrafyalar aşmış bu ağacın ilk tohumları Ankara'ya nasıl geldi acaba.
Bizim evin bahçesinde bile var.
Benim evin bahçesi ile dünyanın öbür ucunu kah bir sakura kah bir virüs birbirine bağlıyor.
Coğrafya aşan böyle nadide bir çiçek ise verdiği vakur mutluluk, kaprisli serseri bir virüs ise kabullenip yenişemediğimiz bir yeniklik oluyor.
Bu yıl benim ahenksiz ritmime uyumlanmış gibi onlar da ağırdan alıyor.
Bir başıma yürüyor, tek tük açmış olanları poz poz çekiyorum.
Birkaç hafta daha sürecek açmaları.
Sakuralara yetişmeyi, açışlarını kaçırmamayı bahane edip her sabah erkenden yürüyorum.
Yürürken düşünüyor, olup bitenden düşünmeye vakit bulamadığım olup biteni düşüncelerimden süzüyorum.
Gündelik eylemlerin belleğimi üşüten, sessizleştiren gürültüsünü susturuyorum.
Ben sakuralara "yok oluşlarını süsleyen ağaçlar" diyorum, çok kısa bir mevsim için başka tüm görüntüleri gölgeleyen bir ihtişamları var çünkü.
Yok olurken yaprakları kar taneleri gibi havada uçuşup günlerce toprağı süslüyorlar.
En güzelken ölmek hâlini hatırlatıyorlar bana.
Belleğime iş bırakmadan her yıl kendilerini tekrarlıyorlar.
Her tekrarladıklarında bambaşka bir zamanın içinden alıyorum pozlarını.
Tekrarlarındaki istikrar, belirsizliği, belirsizliğin doğurduğu değişimi eğlenceli kılıyor.
Doğada ölüm yok yalnızca, dönüşüm var.
Ölümü kabullenemeyen tek canlı ise insan türü.
Doğaya hükmetmek deliliğinin temel içgüdüsü ölümsüz olmak arzusu zannederim.
Bu içgüdü ile kalıcı, katı ve cansız ama bu pandemik zamanda içine sığmakta zorlandığımız ihtişamlı kentler, uygarlıklar yaratıyor.
Bana bugünlerde en çok sorulan soru:
"Hocam salgın sonu nasıl bitecek?"
Son iyi bir şey mi, son bitimli ve bitebilir mi?
Bildiğimiz ve tüm acılara değen bir tek son var.
O son'un da bitmediği, hayatın doğum ve ölüm arasındaki şimdilik bitimsiz olan ritminden belli.
Son bittiğinde biz de bitmiş olacağız zaten.
Ama bitişleri iyileştirebiliriz.
Maalesef bu pandemi için bitişe dair ufkum hâlâ biraz puslu.
İşlenilen "pandemik günahlar" nedeniyle bitişin iyileştirilmesi ihtimali bence artık mümkün değil.
Neden iyi bitemeyeceğini, büyükannelerimizden otuz yıl fazla yaşayacağız tekerlemelerini söylerken, bize pandemi nedeniyle anne babalarından olup büyükannelerine bırakılan çocuklar anlatacak.
Pandemik zaman bitmeden tanıdığımız takvim zamanına çoktan karıştı bile.
O yüzden bu saatten sonra zamandan medet ummak yersiz.
Pandemi kendisi o denli katı ve cansız ki hiç buharlaşmayacak ve unutulmayacak.
Dönüşebilecek ve iyileşebilecek olan yalnızca biziz.
Yaşamlarımızdaki cansız parçaları, canlı dokunun beslenmesini bozan ölü bir dokuyu kazır gibi kazımasına izin verirsek yeniden canlanabilecek gibiyiz aslında.
Pandemik zamanın bitiş ipuçları bu sonbahar elimizde olacak diye düşünüyorum.
Henüz son derece akışkan seyrediyor ve kontrol altına alınmış olmaktan uzak görünüyor.
Yamalı bohça gibi ve tüm radarlar da kapatıldığı için ufuk puslu.
Bu sonbahar bitiş zamanı belli olmasa bile nasıl bir ritm tutturacağı belli olur.
Bana en çok sorulan bir diğer soru ise şu:
"Hocam kendinizi Sisifos gibi hissediyor musunuz?"
Sisifos, Yunan mitolosinden imkansız bir görev bir tür meydan okuma ile görevlendirilmiş bir kahraman.
Bir türlü tamamlanamayan bu görev sürekli yinelenmek zorunda kalır.
Soruya cevabım ise bu kez Pers mitolojisinden bir kahraman.
"Ben kendimi daha çok Zümrüdü Anka Kuşu'na benzetiyorum"
Zümrüdü Anka Kuşu, sürekli küllerinden yeniden doğan efsanevi yaşlı, dişi bir kuştur.
Üstad (Carl Gustav Jung) mitoloji bilmeden arketipleri anlamanın mümkün olmadığını söylemiş.
Arketipler, sözlükte, insan kültürünü oluşturan yapıtaşları olarak anlamlandırılıyor.
Bu mitolojik kahramanları zaten bilmeyen yoktur ama varsa da tanımasında yarar olacaktır diye araştırılmasını okuyucuya bırakıyorum.
Kuytularını derinleştirdiğim, yakın zamana erişimini sığlaştırdığım belleğimi şenlendirecek canlandıracak olağanüstü tesadüflere açmak için belirli bir süre için belirsiz zamanlara karışmaya gidiyorum.
Sakuraların ölümlerini fotoğraflamayı size emanet ediyorum.
Nina Simone'un leylak ağacının altında oturup leylakladan şarap yaptığını anlatan "Lilac Wine" şarkısını dinlemeniz de kuvvetle önereyim.