Erkan Işık'ı hatırlıyor musunuz? Zamanın ABD Başkanı Bill Clinton'ın, Marmara Depremi sonrası kurulan çadır kenti ziyaretinde kucağına aldığı ve dünya liderinin burnunu sıkıştıran minik Erkan. O zaman da tüm medya kendisinden "Erkan Bebek" diye bahsediyordu. Hayırsever iş insanları ve siyasetçiler Erkan Bebek'in ondan sonraki hayatı için yardım vaatlerinde bulunuyordu. Hatta ev sözü veren bile olmuştu. Ne oldu peki? Anadolu Ajansı'nın haberinden öğreniyoruz ki tribünlere yönelik açıklamalar pek de yerini bulmamış. Clinton bile Türkiye'deki iş dünyası ve siyaset temsilcilerinden daha sözünün eri çıkıp Erkan'ın sünnetinde, doğum günlerinde hediyeler göndermiş, mektuplar yazmış. Erkan büyümüş ve ailesinden başka kimsenin desteği olmadan yaşamaya devam etmiş. Şaşırmadık elbette. Zaten eskiler doğru söylemiş; "elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde gelmez". Şimdi benzer bir dönemi "dejavu" etkisiyle izlerken Erkan Bebek'e gösterilen riyayı hatırlamak hepimize iyi bir ders olabilir.
Ege Denizi'nde büyük bir deprem oldu. Yine deprem değil, bina öldürdü, İzmir'de canlar yitti. Aileler yok oldu, çocuklar yetim, öksüz; anne babalar evlatsız kaldı. Acı tarifsiz. Vicdan sızlatan, hafızalara kazınacak görüntülerle yine baş başayız. İnsan denen varlığın iki yüzü de gözümüzün önünde kanlı canlı yine. Bir yanda günlerdir zor koşullarda canını dişine takmış arama-kurtarma ekipleri, hızla büyük bir dayanışmaya soyunan vatandaşlar, kurumlar… İhtiyaçları yerinde görmeye giden, evlerini, otellerini depremzedelere açanlar, maddi ve manevi desteklerini koşa koşa ulaştıranlar… Kayıpların, yaşanan acının nedenlerine odaklananlar, sorumluları arayanlar, bu büyük travmadan çıkış için öneriler paylaşanlar ve kaçınılmaz gelecek depremlerle ilgili vatandaşların ders almasını sağlamak üzere çırpınanlar…
Öte yanda ise yeniden kocaman bir riyanın, gösteri tutkusunun kucağında sıkışmış, insan olmaktan utandıran hareketler… Öyle ki bazı kendini bilmez itfaiye erleri bile televizyonda, sosyal medyada görünürlük yarışında, markalar yaptığı yardımları anlatma telaşında ve gözlerimizin önünde adeta acının pornografisi çekiliyor. Arama kurtarma çalışmalarının kalbinde hep kameralar var. Ortada kamera olunca siyasetçisinden sıradan vatandaşına kimisi de rol peşinde. Yetmezmiş gibi günler sonra enkazdan çıkarılan çocuklara hastane yatağında poz verdirmeler, el sallatmalar, gülümsemesini istemeler… Göçük altında annesinin kucağında günlerce sıkışıp kalan, annesinin ölümüne tanık olmuş minicik bir çocuğun tek isteğinin "köfte ve ayran" olduğunu sanan yetkililer… Öksüz, yetim kalan çocukları "mucize" diye niteleyerek, burunlarının dibinden çektikleri görüntüleri yayınlayan ve hayatları boyunca yaşayacakları travmanın dijital izini kazıyan medya… Tozlu yüze, gözyaşına "zoom" yapma geleneği ne zaman bitecek? Haberciliğin, kamunun yüksek yararından ötesine, rating tuzağına düşüşünün sonu ne zaman gelecek? Bir web sitesi haberinin daha fazla tıklanması ihtirasının kimin kayıplarının, travmalarının, özel hayatının ihlalinin üzerine kurulduğunu düşünmek neden bu kadar zor?
Utanç verici bu sürecin dikkat çekici bir aktörü de bazı markalar oldu. Hızla gerçek yaralara merhem olanlar, kurumsal desteklerini ivedilikle ulaştıranlar, depremzedenin yanında duranlar göğsümüzü kabartırken, görünürlük yarışına girmiş fırsatçılar da gün gibi ortaya döküldü.
İletişim adına en büyük yanılgılardan biri, markanın kayıtsız şartsız görünürlüğe ihtiyacı olduğunu düşünmektir. Oysa pek çok zaman "sükût altındır". Lao Tzu'nun sözünü nirengi noktası kabul edebiliriz: "Konuşmadan önce düşün. Gereği var mı? Şefkat barındırıyor mu? Kimseyi incitebilir mi? Sessizliği bozacak kadar değerli mi?"
O zaman dönüp tekrar soralım: Göçükten günler sonra çıkarılmış bir çocuğun detaylı fotoğraflarıyla kurumsal hesaplardan içerik paylaşmanın "gereği var mı?". Aynı çocuğun ağzından zorla dökülen "köfte-ayran" talebinin üzerine "bundan sonra bütün köfteler benden" diyen markanın bu adımı "şefkat barındırıyor mu?". Depremin neredeyse simgesine dönüşen "mavi eldivenli ele tutunan minik parmaklar" görselini bir kahve bardağının üzerine basıp e-ticaret platformlarında satışa sunmak "kimseyi incitebilir mi?" Ufacık bir yardımı, hele de uzun vadeli ve kurumsal bir yapı önermesi taşımadığından belki de hiç tutulamayacak bir vaadi iletişim malzemesi yapmak "sessizliği bozacak kadar değerli mi?"
Tüm bu fırsatçı iletişim yöntemleri, markalar için aslında büyük zarar potansiyeli taşıyor. Hiçbir marka da iletişimini zarara dönüşmesi için yapmaz. Bu adımlara da PR ya da halkla ilişkiler denmez. Bir sorumlulukla yapılmayan hiçbir iletişim bir meslek ya da bir uzmanlık eseri olmaz. Olsa olsa tarihin derinliklerine gömmek istediğimiz ucuz utanç kaynakları olur. Bu dönemde iletişime taşınmasına ülkece ihtiyacımız olan tek şey hakiki bir dayanışma ve bir daha benzer acıların yaşanmaması için uygulanacak gerçek bir yol haritasıdır. Ne yazık ki hakiki dayanışma örneklerine tanık olsak bile gelecek depremlere dair somut adımlar duymaya gerçekten hasretiz.