Günümüzde gazete büroları neredeyse kütüphaneler kadar sessiz, kıpırtısız. Cep telefonlarıyla konuşmuyorlarsa, başları bilgisayar ekranlarına gömülmüş muhabirlerin bile sesi duyulmuyor.
Eskiden öyle miydi ya? Haziran 1980'de başladım gazeteciliğe, o zamanlar gazete bürosu gürültü demekti. Daha kapıdan girer girmez, insanı daktilo ve teleks sesleri karşılardı. O kadar yüksekti ki daktilolardan ve teleksten çıkan sesler, telefonun ahizesinden gelen sesi duymak bazen mümkün olmazdı. Cep telefonu da yoktu ki, masadan uzaklaşıp sessiz bir yerlere çekilelim. Önemli bir telefon konuşması yaparken arkadaşlardan yazmaya biraz ara vermelerini rica ederdik. Daktilolar susar, bürodaki herkes sigarasından derin nefesler çekerek ya da yazdıklarını kontrol ederek konuşmanın bitmesini beklerdi.
Zaten telefonla konuşmak da bir olaydı. Aynı kent içinde telefonla konuşurken cızırtıdan ses zor duyulurdu; başka kentlerden ararken de PTT'ye yazdırıp saatlerce telefonun bağlanmasını beklemek gerekirdi.
Ankara dışındaki bir gelişmeyi izlerken, telefonla bağıra bağıra haber yazdırırdık. Adliyeden, bakanlıklardan telefonla haber yazdırmak kolaydı ama Mamak'taki askeri mahkemelerden haber yazdırmak felaket bir işti. Jetonla çalışan ankesörlü telefonun sık sık kesilmesi bir yana birbirimizi zor duyardık, boğuk bir ses gelirdi karşıdan. Muhtemelen dinleniyordu telefonlar. O nedenle askerlerin hoşuna gitmeyecek, işkence gibi konuları telefonla yazdırmaz, mutlaka büroya giderdik.
Üstelik de mutlaka birileri sırada bekler ve sürekli sıkıştırırdı, "Hadi artık bitir, bizim de işimiz var" gibilerinden… Jetonların yetmemesi de ayrı bir dertti.
Konuşur gibi hızla haber yazdırma alışkanlığı kazandırdı o telefonlar bana. Haber alma her zaman büronun en gencinin işiydi. Onun daktilo hızına uygun olarak elimdeki notlara bakarak yazdırırdım haberi. Telefonu kapatmadan önce de mutlaka "Türkçesini kontrol etmeden verme şefe" diye rica ederdim...
Birkaç kez askeri savcıların odalarındaki telefonları da kullanmıştım. PTT'nin ankesörlü telefonlarına göre onlarla konuşmak bir lükstü. Tabii o telefonlardan haber yazdırmadım hiç, sadece şefle konuşup bilgi verdim birkaç cümleyle.
Yeri gelmişken değineyim; Askeri Başsavcı Albay Nurettin Soyer, biz gazetecilere her zaman hoşgörülü davranır, darbe döneminin koşulları elverdiğince yardımcı olurdu. El altından bilgi, belge, iddianame de verirdi bazen. Oğlu olan İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer'i de o günlerde tanımıştım.
Büroda haberleri daktilo ile yazıyorduk. Haber Müdürü Erbil Tuşalp de okuyup kâğıdın üzerinde metin düzeltmeleri yaptıktan sonra teleks ile İstanbul'a geçiliyordu haberler. Cumhuriyet Ankara Bürosu'nun teleks görevlileri Necdet Dayı ya da Halil Özdemiroğlu haberleri sarı renkte ve şerit halindeki bantlara delikler oluşturarak aktarır; hat bağlandığında o bandı takarak İstanbul'a geçerdi.
Perfore dediğimiz bandın tıkırdayarak akışını izlemek çok zevkliydi benim için. Bazen durur, hayranlıkla o bandın akışını izlerdim. Perfore bandı aktıkça bizim haberler İstanbul'daki teleksin üzerinde kâğıda dökülürdü.
Anadolu Ajansı'nın haberlerini de teleksle alırdık. O nedenle büroda teleksin tıkırtısı da hiç eksik olmazdı. Ama ne zaman üç kez çınlama sesi duyarsak, hemen teleksin başına koşardık. Anadolu Ajansı, önemli bir gelişme olduğunda zil çalardı. Günümüzde televizyonlarda yapılan "Son dakika" anonsları gibi…
Teleks hatlarında sorun olduğunda da yine büronun gençleri telefon başına oturur, İstanbul'dan birilerine yazdırırdı haberleri. Haber yazdırmak, haberi merkeze geçmek bayağı meşakkatli bir işti anlayacağınız.
Söyleşilerde ve basın toplantılarında kullandığımız kasetli teypler epey ağırdı. O nedenle 1980'lerin ortalarında minik kasetli ses kayıt cihazları çıktığında artık cebimize sığabilecek hafif bir aygıtımız olduğu için çok sevinmiştik.
Kıdemli gazeteciler, biz genç gazetecilerin minik teyplerini gördükçe "Eskiden böyle miydi teypler, omuzumuz düşerdi ağırlığından" diye hayıflanırlardı. Haklıydılar da. Çok ağırdı eski teypler.
Hatta TRT'de kullanılan ve markasından ilhamla "nagra" denilen ses kayıt cihazları 6-7 kiloymuş. O da zaten pahalı ve her gazetenin alıp da muhabirine verebildiği bir aygıt değilmiş…
Ama ses kayıt cihazlarının ağırlığı ve çoğu gazetecide olmaması, hızlı not alma alışkanlığı kazandırmakla kalmamış, bazı muhabirler steno öğrenmişlerdi.
Aslında ben de steno öğrenmeyi çok istemiştim. 1977 yılında İletişim Fakültesi'ne başladığımda bizden önce yapılan boykotlarla steno dersinin kaldırıldığını öğrendiğimde üzülmüştüm. Süleyman Demirel gibi hızlı konuşan siyasetçilerin konuşmalarını bile tek sözcük atlamadan not almak mümkün olacaktı, steno bilseydim.
Fotoğraflar, film halinde ya da basılı olarak zarfla iletiliyordu merkeze. Her büroda mutlaka bir karanlık oda bulunur, filmler orada yıkanır ve karta basılırdı. Karanlık diyorduk ama zayıf bir kırmızı ışıkla aydınlanırdı o odalar. Fotoğrafın kırmızı ışık altında ve özel solüsyonun içinde bekletilen kartın üzerinde yavaş yavaş belirmesi büyüleyiciydi.
Bugünkü gibi çektiği fotoğrafı makinanın ya da bilgisayarının ekranında görme olanağı olmayan foto muhabirleri, karanlık odanın kapısında heyecanla bekleşirdi. Bir doğumun beklenmesi gibiydi o dakikalar… Karanlık oda görevlisi, kapıyı açıp merakla beklenen karenin kötü çıktığını, filmin yandığını söylediğinde foto muhabiri yıkılırdı ya da fotoğrafı gösterdiğinde başı göğe ererdi.
Fotoğraflar, THY ile gönderilirdi. Günde birkaç kez İstanbul'a kargo giderdi, zarflar da o saatlere göre hazırlanırdı. Çok önemli, çok özel fotoğraflar çekildiğinde mümkün olduğunca gizli tutulurdu o zarfın gönderilme saati. Çünkü başka gazeteler tarafından çalınma olasılığı vardı. Zira havaalanındaki kargo bürosuna gidip, "Cumhuriyet'ten geldik" demek yeterliydi, Cumhuriyet'in zarfını almak için.
Emin değilim ama galiba Ankara'ya gelen Pakistan Cumhurbaşkanı Ziya Ül-Hak'ın fotoğraflarıydı. Cumhuriyet'in acar foto muhabiri Rıza Ezer, o gün iki zarf hazırladı. Bir kâğıda malum el işaretini çizip ilk zarfa koydu. İkinci zarfa da Ziya Ül-Hak fotoğraflarını. İki ayrı saatte gönderdi zarfları. Tam da tahmin ettiği gibi olmuş, ilk zarf Cumhuriyet'e ulaşmamıştı!
Başka bir kente gittiğimizde de foto muhabiri arkadaşlar filmlerini yıkatmak için yerel bir fotoğrafçı arardı. Açık dükkân bulduklarında çok sevinirlerdi. Filmler orada karta bastırılıp gönderilir ya da uygun zaman yoksa otobüs firmalarına verilir, onlarla İstanbul'a gönderilirdi.
Zamanla leafaks ve telefoto gibi aletler çıktı da telefonla merkeze fotoğraf geçmek mümkün hale geldi. Yine de zorlu bir işti leafaksla fotoğraf geçmek. Karta basılı fotoğraf, silindir biçimindeki yuvaya sarılır, o dönerken sivri uçlu metal ibre görüntüyü tarayarak, telefon hattı üzerinden karşı tarafa aktarırdı. Bip bip sesleri eşliğinde bir kare fotoğrafı geçmek 15-20 dakikayı bulurdu. Bazen de hatlar kopar, yeni baştan almak gerekirdi.
Önce telefotolar çıktı, leafaksa göre daha hızlıydı. Sonra bilgisayarlar, dijital fotoğraf makinaları ve dizüstü bilgisayarlar geldi. Filmlere, slaytlara gerek kalmadı, hafıza kartları onların yerini aldı.
2000'li yıllara gelindiğinde artık karanlık odalara da gerek kalmamıştı. Hürriyet Ankara Bürosu'ndaki karanlık odayı törenle dağıttık, agrandizörü kaldırdık. Fakat o günden tek kare fotoğraf çekmemiş olmamıza hâlâ üzülürüm.
Bir üzüntü kaynağım da slaytlarla yapılan fotoğraf arşivlerinin çoğunun dijitale aktarılmamasıdır. Foto muhabirlerinden önemseyenler, arşivine değer verenler kendileri aktardılar ama klasörlerde saklanan slaytların çoğu çöpe gitti ya da dolaplarda kaldı.
Faksın icadı bizim için büyük bir yenilikti. Hem haber geçmekte hem de haber almakta büyük kolaylık sağladı. Önceleri bir belgeyi, bir metni almak için mutlaka fotokopi çektirmemiz gerekirken faks çekmeleri yetiyordu.
Sonra çağrı cihazları ve ardından cep telefonları iletişimimizi kolaylaştırdı. Önceleri bürodan çıkan bir gazeteciyi bulmak çok zordu. Cep telefonları sayesinde bu sorun ortadan kalktı.
Daktilo ile başlayan gazetecilik yaşamımda devrim sayılabilecek yenilik bilgisayar oldu. İlk gördüğüm bilgisayarlar, Commodore 64'lerdi. 1980'lerin ortalarında Türkiye'ye gelen bu bilgisayarların hafızası, bugün için komik sayılabilecek büyüklükteydi; 64 Kb. Yeni Gündem bürosunda gördüm ilk Commodore bilgisayarı.
Sonra da Uğur Mumcu'nun masasında. Uğur Mumcu, müthiş bir arşivci olduğu için eline geçen her belgeyi saklayan bir gazeteciydi. Bilgisayarın işini kolaylaştıracağını kendi kuşağındaki birçok gazeteciden çok daha önce keşfetmişti. Teknolojik yeniliklere açıktı…
Cumhuriyet gazetesinde, bilgisayarların kocaman aletler olarak masalarımıza gelmesi 1980'lerin sonunu buldu. Gazete o bilgisayarları almak için o kadar büyük kredi borcuna girmişti ki, gazete içindeki yönetim kavgasına giden yolları döşedi. Ben de 1991'de çıkan kavganın ardından Cumhuriyet'ten ayrılanlardandım.
Hürriyet Ankara Bürosu'na gittiğimde karşılaştığım bilgisayarlar beni hayrete düşürdü.
Cumhuriyet'tekilerden çok daha hızlıydı; haber yazdığımız programlar da daha gelişkindi. Bildiğim kadarıyla Babıâli'de bilgisayara geçen ilk gazete Sabah'tı; yeni kurulmanın avantajını kullanarak en son teknolojiyle başlamışlardı. Hürriyet de hızla onlara yetişmiş; bürolardan Yazı İşleri'ne kadar her yer bilgisayarla donanmış, özel bir yazılım programı da yaptırılmıştı.
Onlar sayesinde haber yazmak, okumak, düzeltmek çok kolaylaşmıştı. En zevkli tarafı da haberi ne kadar düzeltirseniz düzeltin sonunda yine tertemiz bir metnin ortaya çıkmasıydı. Eskisi gibi karalanmış, orasından burasından oklar çıkarılmış karmakarışık yazılarla kaplı kâğıtlar tedavülden kalkmıştı.
Tüplü ekranlarıyla masaların üzerini kaplayan kocaman bilgisayarlar, giderek küçüldü ve en sonunda tablete, dizüstü bilgisayarlara dönüştü. Cep telefonları da mini bilgisayarlar olarak sağladıkları haber ve fotoğraf geçme olanağıyla gazetecilerin iletişimini çok kolaylaştırdı.
Hem haber yazıp göndermek hem de fotoğraf çekmek ve iletmek artık saniyelerden bile hızla yapılabiliyor. Gazeteci artık zamanının daha büyük bölümünü üretimini nasıl metne döküp merkeze ileteceği sorununa değil, araştırmaya ve içerik üretmeye ayırabiliyor.
Bu teknolojik dönüşümü yaşadığım için kendimi mutlu sayıyorum. Zaman denilen büyük çarkın benimle birlikte döndüğünü hissedebilen gazeteci kuşağındanım ben. Gözlerini açtığında bilgisayar teknolojisini gören dijital doğan kuşaklara göre daha avantajlı sayıyorum kendimi.
Zira görüp geçirdiklerim teknolojik aletleri kutsamamı engelliyor. Elektronik aygıtların sadece aktarıcı olduğunu, işimi kolaylaştırdığını, zenginleştirdiğini ama asıl olanın yazılar ve düşünsel üretim olduğunu unutmamamı sağlıyor teknolojik dönüşüme tanıklığım.
Hem teknolojik yeniliklere açık olmak hem de yeni teknolojiyi gazeteciliğin özüne zarar vermeden, haberciliği ve içerik üretimini geliştirecek biçimde kullanabilmek önemli. Maalesef bu her zaman başarılamıyor, kimi zaman teknoloji gazeteciliği esir alabiliyor. Bunun somutlaştığı alanlardan biri okurlarla iletişim…
Dijital çağ öncesinde okurlar, bir yazı ya da haberle ilgili tepkilerini dile getirmek için telefona sarılır, gazeteyi telefon yağmuruna tutarlardı. Bazen santral görevlisi telefonlara yetişemez, muhabirler de yardıma koşardı. Telefonlar saatlerce susmasa da tümüne yanıt verilir, tek tek not alınırdı okurların söyledikleri.
Çok değil daha 15-20 yıl öncesine kadar Hürriyet Ankara Bürosu'nun santralında durum buydu. Diğer gazetelerde de aşağı yukarı benzer bir haldeydi. Acil olmayan konularda da mektup gönderirdi okurlar. Çok okunan yazarlar, her gün tomarla mektup alırlardı.
Cep telefonlarının ve elektronik postaların yaygınlaşmasıyla birlikte giderek okurlarla ilişkide santral telefonlarının rolü azaldı. Zamanla okurlar santralı daha az arar oldular. Gazetelerin artık zır zır çalan santral telefonları kalmadı.
İnsanlar, cep telefonunu bildikleri gazetecilere doğrudan ulaşabiliyorlar. E-posta adreslerine ileti gönderebiliyorlar ya da sosyal medya hesaplarından görüşlerini dile getirebiliyor, mesajlarını gönderebiliyorlar. İnternet sitelerindeki haberlerin altına yapılan yorumlar da bitti artık.
Yine de yazar ve muhabirlerin okurlarla eskisi kadar doğrudan temas kurmadığını, aradaki iletişimin azaldığını gözlüyorum. Bunda seçkinci yayın politikalarının baskın hale geldiği medyanın okurla ilişkilere eskisi kadar değer vermemesi etkili olsa gerek.
Zira gazetelerin telefon santrallerinde artık telefonu açıp, okurun tepkisini, eleştiri ya da isteğini dinleyen, onu hemen ilgili kişiye aktaran bir görevli bile yok. Okurları, mekanik bir ses karşılıyor; "...iletişim hattına hoşgeldiniz" den sonra basmanız gereken tuşları sıralıyor. Çoğunda yok ama varsa bile bir okur temsilcisine ulaşmanız uzun süre alıyor.
Salt gazetelerde değil, televizyonlarda, internet sitelerinde, bütün medya kuruluşlarında böyle. Bir okurun önceden tanışmadığı bir gazeteciye, yazara ya da medya yöneticisine ulaşması çok zor ve uzun bir çaba gerektiren bir eylem.
Bu yazıyı yazarken denemek için aradım. Hürriyet'te iki dakikada, Kanal D'de beş dakikada bir insan sesine ulaşabildim. Akşam, Sabah gazetelerinde ise hiç erişemedim.
Medya kuruluşlarının okurla ilişkide kullandıkları aygıtların örneğin bankalardan bir farkı kalmamış; bankaları arayanlar da mekanik seslerden kurtulup bir "canlı"ya ulaşana değin bitap düşüyorlar. Kimi zaman da süslü cümleler kuran mekanik sesi aşıp da bir yetkiliye hiç ulaşamıyorlar.
Bu da demek oluyor ki, medya "müşteri" olarak gördüğü okurlar ve izleyicilerden gelecek eleştiri ve tepkilere yeterince açık değil; doğrudan iletişim ihmal ediliyor.
Bazı gazeteler, okurlarla iletişim için WhatsApp hattı kurarak, bazı televizyonlar da haber bültenleri sırasında sosyal medyadaki etiketler üzerinden gelen mesajları aktararak, okur ve izleyici ile iletişimdeki kopukluğu bir ölçüde aşmaya çalışıyor.
Fakat geleneksel medyanın büyük bölümü bırakın okurlarla iletişimde WhatsApp hatlarını kullanmayı, iletişim teknolojisinin yeniliklerine bile ayak uyduramıyor. Bunun en somut örneği faks!
Bugün gençlerin çoğunun faksı bildiğini bile sanmıyorum, kullanan da kalmadı. Faks artık tarih oldu, teknoloji tarihindeki yerini aldı. Artık elektronik posta ve sosyal medya hesapları başta olmak üzere birçok dijital yöntemle her tür belge, bilgi ve fotoğraf alışverişi yapılabiliyor.
Ama kontrol ettim; gazetelerin hemen tamamının künyesinde insanların ulaşabilmesi için hâlâ faks telefonu veriliyor.
Sadece Sabah ve Oksijen gazetelerinin künyesinde faks yerine e-posta adresi yer alıyor. Türkiye gazetesi de faks telefonu ve e-posta adresi ile birlikte "Dijital Varlıklar" başlığı altında Facebook, Twitter, Instagram ve Youtube adreslerini de yayımlıyor. Bu üç gazete teknolojik dönüşüme ayak uydurabilmiş.
Cumhuriyet, Birgün, Yeni Şafak, Milli Gazete ve Yeni Akit ise faks telefonunun yanı sıra e-posta adresini de künyede duyuruyor. Karar ve Yeni Asya'da e-posta adresleri yok ama Karar, Twitter ve Facebook hesaplarının adresini, Yeni Asya ise WhatsApp telefonunun numarasını yayımlıyor.
Teknolojiye ayak uydurma konusunda en geriden gelen gazeteler ise Hürriyet, Sözcü, Milliyet, Akşam, Evrensel ve Posta. Bu gazeteler künyelerinde sadece faks numarasını yayımlıyor, e-posta adreslerini vermiyorlar.
Faks gibi teknoloji tarihinin arşive kaldırdığı bir aleti bile künyelerinden kaldırmak konusunda bu kadar geriden gelen geleneksel medya dijital devrime nasıl ayak uydurabilir ki?
TIKLAYIN | Faruk Bildirici yazdı: Hasretin nazlıdır Ankara; 80'lerin karanlığında 15 Cumhuriyet hikâyesi...