Devlet mi yönetiyorsunuz? Etkili ve yetkili biri misiniz? Bir yere başkan mısınız?
Tek kişisiniz, kararlar veriyorsunuz. Şakalar yapıyorsunuz! Konuşuyorsunuz,
Sürekli dinlenmek ve alkışlanmak istiyorsunuz! Her yaptığınız doğru (!)
Kim ve ne olursanız olun, işinizi yapıyorsunuz; ama nasıl?
Örneğin yargıç mısınız? Yargılama yaparken samimi ve içten yaklaşımlar gösterip espri anlayışınızı harekete geçirmek istiyorsunuz belki de! Ama sonra müebbet hapis cezası veriyorsunuz! Sanki bunu baştan kurgulamamış gibi yapıyorsunuz, bir tuhafsınız ve saygısızsınız…
1864 yılında Dostoyevski bu türler için yazmış notlarını ve bugün tekrarlanabilir…
Dostoyevski “Hepsi yeraltından. Orada geçirdiğim kırk yıl boyunca sözlerinizi bir çatlaktan dinledim. Sonra da düşünüp bunları kurguladım, hepsi fikir ürünü. İşiterek öğrenmek ve öğrendiklerime ebedi bir şekil vermek şaşılası bir şey olmasa gerek” diyor.
Hiç şaşırtıcı değil… Dostoyevski yeraltından bir çatlaktan dinlemiş… Kurgulamış ve 1864 yılında “Yeraltından Notlar” da yazmış:
“O zaman “niye yazdın bunları?” diyeceksiniz. Ah! Sizi kırk yıl yeraltında oturtmak, tam kırk yıl sonra da gelip nasıl gittiğine şöyle bir bakmak isterdim, insan kırk yıl boyunca yapacak bir şey yok yokla baş başa, yalnız bırakılır mı? Başınızı küçümseyerek sallayıp “bu hakaret değil mi, rezalet değil mi?” diyebilirsiniz.
“Hem kaldığı kadarıyla hayata susadınız hem hâlâ dolambaçlı mantığınızla hayati sorulara çözüm bulmaya uğraşıyorsunuz. Hem pek arsızsınız, eşek şakalarına cüret ediyorsunuz hem de ürkeksiniz, saçma sapan konuştukça keyiflenip cesaret buluyorsunuz ama sonra korkuyor, durmadan af dileniyorsunuz.
Hiçbir şeyden korkmadığınıza güvence verirken bir yandan da onayımızı almak için yaltaklanıyorsunuz. Bizi öfkeden dişlerinizin gıcırdadığına inandırmak isterken aynı anda güldürebilmek için şakalar yapıyorsunuz. Nüktelerinizin hiç zekice olmadığını biliyorsunuz ama edebi değerlerinden pek hoşnutsunuz.
Belki hayatta acı çektiğiniz durumlar olmuştur ama bu acılara saygınız yok. Kendinize karşı dürüstsünüz ancak erdemli değilsiniz, küçücük bir böbürlenme uğruna pazarda mal satar gibi varınızı yoğunuzu ortaya koyuyorsunuz, utanarak da olsa koyuyorsunuz?
Söylemek istediğiniz bir şey var aslında fakat korkunuzdan o son kelimeyi asla söyleyemiyorsunuz, çünkü söylemeye metanetiniz yok, saygınlığınız bile ödlekçe. Bilinç hakkında büyük laflar ederken baştan sona tereddütlüsünüz, çünkü kafanız çalışıyor olsa bile kalbiniz fesatlıktan kapkara kesilmiş, oysa saf temiz bir kalp olmadan tam ve geçerli bir bilinç de olamaz.
Nasıl marazi, nasıl mızmız, nasıl da arsızsınız. Yalan, yalan hep daha çok yalan.” [i]
1864 yılında Dostoyevski’nin yazdıkları şaşılacak benzerliklerle bugün de devam ediyor…
Kaç yıldan beri dinliyorsunuz, görüyorsunuz ve nelere katlanıyorsunuz! Neler neler dinlediniz! Ne kadar çok şaşırdınız! Af dileyenlerin böbürlenmeleri, erdemsiz hayatları, acıya saygısızlıkları ile çevrilmiş hayatları hep yalanlarla süslendi; belki inanırsınız diye!
Her şey apaçık, herkesin gözü önünde olanlardı halbuki, yalanlar ve saklananlar…
Bir çift lafımız olmalı! Diyeceğiniz olmalı. Seçimizin olmalı, hangi yol?
Ne söylemek istersiniz bunca yıl dinlediklerinize, yalanlara ve yaşadıklarınıza karşılık?
Söyleyecek sözleriniz herhalde ve mutlaka vardır!
Şöyle mi demek istersiniz; demek istediğiniz kişi her kimse?
Çok fazla öfkelenen var! Yalanlarınıza ve böbürlenmenize kızıyorlar…
Pek arsızsınız, eşek şakalarına cüret ediyorsunuz, hiç çekinmiyorsunuz!
Ürkeksiniz, saçma sapan konuştukça keyifleniyorsunuz.
Hiçbir şeyden korkmadığınızı herkese ilan ediyorsunuz!
Aslında hem çok korkuyorsunuz hem durmadan yaptıklarınız yüzünden af dileniyorsunuz.
Sonra herkesin onayını bekliyorsunuz! Dediğiniz dedik, çaldığınız düdük olsun; memnunsunuz
Kendinizce şakalar yapıyorsunuz. Nüktelerinizin zekice değil, kof ve anlamsız!
Ama sanki bir edebi değerleri varmış gibi kendinizden çok hoşnutsunuz.
Hayatta acı çektiğiniz durumlar olmuştur ama acılara saygınız yok.
Zaten saygınlığınız da ödlekçe!
Kendinize karşı dürüst olduğunuz biliniyor; ancak erdemli değilsiniz!
Küçücük bir böbürlenme uğruna pazarda mal satar gibi varınız yoğunuz darmadağın!
Nasıl marazi, nasıl mızmız, nasıl da arsızsınız.
Kalbiniz fesatlıktan kapkara kesilmiş.
Yalan, yalan hep daha çok yalan peşindesiniz!
Bu lafları birisine belki birisi size söyleyebilir.
Kırk yıl yeraltında oturmak nasıl bir şeydir acaba?
Yanıt vermek için kırk yıl yeraltında oturmak gerekmiyor.
Bir çatlaktan dinlemek, sonra onları ebedi bir kurguyla yazmak yetmiyor, hayat olmalı!
Daha çok yalan isteyenlerin kapkara yüreklerine karşı ne denebilir?
Mevlana’nın sözleriyle yanıt verelim:
"Sen, hep bir su olduğunu düşün. Su gibi güzel, su gibi yararlı, su gibi vazgeçilmez… Ve su gibi hayat kaynağı olduğunu düşün. Ama su gibi yaşatıcı ol; su gibi yıkıcı, sürükleyici ve öldürücü değil! Sen bir su ol… Ama rahmet ol; afet değil! Su isen; tarlalarını basma insanların, yuvalarını yıkma, ocaklarını söndürme; sana «felâket» denmesin!
Ayrıca su gibi sakin olabileceğin gibi, su gibi de “kıyametler” koparıcı olabileceğini unutma… Unutma; senin işin rahmet olmak, Afet değil! Vadiler varken önünde ve ovalar varken, yayılabileceğin; küçük ırmaklara ayırabiliyorsan kendini ve bardaklara bölebiliyorsan, hayat verirsin çevrene. Ve yaşayabilirsin dünya dönmesine devam ettiği müddetçe. Yoksa hep duyulmayan, dinlenmeyen; korkulan ve kaçılan olursun seller, afetler gibi.” [ii]
Bizlerin seçimi su olmak, rahmet olmak; afet olmak değil,
Bizlerin seçimi hayatın kaynağı olmaktır, su gibi sakin ve aziz olmaktır.
Kapkara yürekleriyle afet olmayı seçenlerin seçimidir yıkıcı olmak; bizlerin seçimi değildir.
[i] Fyodor M. Dostoyevski. Yeraltından Notlar. Remzi Kitabevi. 2018
[ii] https://www.kisiselgelisim.com/su-felsefesi-su-alcak-gonulluluk-uyum-aciklik