Bugün elime Zülfü Livaneli’nin Elia ile yolculuk adlı kitabı geçti. Ünlü yönetmen Elia Kazan’ı anlatan kitap kısa olduğundan bir kerede yarısına geldim. Geldim de Elia Kazan’dan şu ana kadar fazla söz etmedi yazar. Daha çok kendi biyografisini yazmış gibi. Livaneli’nin en çok müziğini seviyorum, filmlerini de. Kitapları ve köşe yazıları ile aram pek iyi değil. Bir köşe yazısında Livaneli’nin herkesin gazeteci olduğuna dair bir serzenişte bulunduğunu hatırladım nedense. Galiba ben aynı anda çok işi birden yapanlara karşı fazla bir sempati duyamıyorum. Bu konuda Almanım uzmanlaşmaktan yanayım. Bunlardan biri de gazeteci Can Dündar. O da NTV’den ayrıldığı zaman köşe yazısında, “E ne yapayım ben de belgesel çekerim, üniversite de ders vermeye, kitap ve köşe yazmaya devam ederim” gibi bir serzenişte bulunmuştu. O zaman da bir insan bu kadar işi birden nasıl yapabilir diye düşünmüş, açıkçası bir de sunuculuk yapamayacak olmasına pek de üzülmemiştim. Aslında üzülmeliydim, O’na değil, duruma, çünkü NTV’deki bu personel politikası Türk medyasının daha fazla tırpanlanacak olmasının da işareti idi.
Can Dündar artık Almanya’da yaşıyor, Özgürüz sitesinin yanı sıra Alman medya kuruluşlarında yorumlar yapıyor ve kitap yazıyor. Kimileri memleketini bırakıp gittiği için ya da başka nedenlerle Dündar’a kızıyor olabilir, ama emin olun O’nun da hayatının kolay olmadığı kesin. Hani öyle seksenli yıllarda olduğu gibi arkasında bir örgüt olmadığı için yalnız bir sürgün yaşadığını tahmin edebiliyorum. Ayrıca ailesi ile buluşamamak, sokakta Almanyalı Türklerin tepkiler ile karşılaşmak, korumalar ile dolaşmak ve her gün aynı korkuyu yaşamak da epey zor olsa gerek. Ayrıca hiçbir sebep Can Dündar ve daha pek çok gazeteciye yapılan adaletsizliği affettirmez. Üstelik Dündar’ın çok önemli bir işlevi var, başta Almanya olmak üzere Avrupa’da Türkiye’deki muhalefet hakkında bir duyarlılık yaratıyor ki, bu duyarlılığa hepimizin ihtiyacı var.
Geçtiğimiz hafta Batı Almanya Radyo Televizyon Kurumu WDR’in çok dilli, çok kültürlü radyo kanalı COSMO, bünyesindeki Türkçe Almanca internet sitesi “Türkei Unzensiert-Sansürsüz Türkiye” çerçevesinde Kültür Forum’u ile birlikte Can Dündar için bir okuma gecesi düzenledi. Gece okumadan ziyade, Türkiye’deki düşünce ve basın özgürlüğüne yapılan ihlallerin bir tablosunu çizdi. Sadece bugün değil dünü de hatırlatarak.
İki dilde olduğu için sizin de izleyebileceğiniz gece, bana biraz fazla duygusal geldi, ancak insan Türkiye’ye uzaktan bakınca elinde olmadan böyle bir duygusallığa daha kolay kapılıyor. Bunda Can Dündar ve çevirmeninin romantik tarzı da etkili sanırım. Bir de Can Dündar’ın kendisini Nazım Hikmet ile eş tutması biraz garibime gitti. Ancak izleyici sayısı hem salonda hem de sosyal medyada çoktu, daha sonra Alman medyası da konuyu ele aldı. Dolayısı ile gece hedefine ulaşmış oldu.
Seçim atmosferi Türkiye’deki düşünce özgürlüğü ve hukuk devleti ihlallerini Türkiye’de gündemin biraz dışına itti. En çok konuşulan, hatta tek konuşulan TRT’nin cumhurbaşkanı adaylarına ayırdığı süredeki adaletsizlik. Bir de Selahattin Demirtaş’ın tutukluluğu. Bu bağlamda Alman medyasının gösterdiği ilgi takdire şayan. Zira Alman Birinci Kanalı ARD bu akşam Weltspiegel adlı programında Türkiye’nin hukuk devleti olup olmadığını tartışıyor.
Keşke Türkçe alt yazısı da olsaydı filmin, çünkü yarım saatlik film unuttuklarımızı ya da artık duymaktan bıktıklarımızı bir çırpıda anlatıveriyor.
ARD’nin İstanbul muhabiri Oliver Mayer-Rüth ve Cemal Taşdan’ın birlikte hazırladığı film İstanbul’da ev hapsinde bulunan gazeteci ve tercümen Meşale Tolu’yu temel almış. Alman vatandaşı olan Tolu’yu basın özgürlüğü için düzenlenen bir protesto gösterisinde, iş yerinde, evinde, mahkeme yolunda gösteren filmde Cumhuriyet çalışanları, Şahin Alpay, Altan kardeşlerin aldığı absürt cezalar, bu cezalara Avrupa’nın tepkisi, Anayasa Mahkemesi’nin işlevselliği ve barış dilekçesine imza atan akademisyenlerin hayatlarının nasıl alt üst olduğu da anlatılıyor. Filmdeki en etkileyici hikayelerden biri de Afrin’deki savaşa karşı düzenlenen protestoya katılan 18 yaşındaki Yarin Tunca’nın başına gelenler. İki aydan fazla bir süredir tutuklu bulunan Tunca’nın babası kızını almaya geldikleri geceyi anlatıyor ve bütün bu olanlara anlam veremediğinin altını kalın çizgilerle çiziyor.
Eski Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, eski savcı İlhan Cihaner gibi uzmanların görüşlerine başvurulan filmde die Welt gazetesi muhabiri Deniz Yücel’in serbest bırakılması ile Almanya’nın Türkiye ile yaptığı silah ticareti arasında bağ kurulup Batıya yönelik eleştiriye de yer veriliyor. Hükümet yanlısı Avukat Mehmet Sari’ye de mikrofon uzatan ARD, iktidarın bakış açısını da sergiliyor. Cihaner’in Türkiye’yi Nazi Almanyası ile karşılaştırarak, savcı ve hakimlerin “Reis olsa nasıl davranırdı” diye düşünüp öyle karar verdiklerini iddia etmesi de dikkat çekici. Ama hepsinden önemlisi Meşale Tolu’nun oğlunun polisin evi bastıkları gece annesini yere yatırıp götürmelerine şahit olması. “Oğlum güvenli ve şefkatli bir ortamda yetişsin istiyorum” diyen Tolu, arada kalmışlığını da “gidersem burayı çok özleyeceğim” sözleri ile dile getiriyor.
Filmde Meşale Tolu’nun yurt dışına çıkış yasağının kaldırılma talebinin bir kez daha reddedildiğine tanık oluyoruz. Bunun için Almanya, müsteşarı aracılığı ile çabalarını sürdürüyor, ancak Tolu sadece Alman vatandaşı olmasına rağmen olumlu sonuç alınamıyor. Meşale Tolu için bu çabaların meyve vermemesinin nedeni açık. “Çünkü benim arkamda die Welt gibi bir gazete yok” diyor Tolu. Tolu’nun gittiği isimsiz gazeteciler için düzenlenen protesto gösterisinde de bir avuç insan var. Türkiye’deki düşünce, basın ve hukuk devleti ihlallerini gündemlerinin üst sıralarında tutan ARD muhabiri soruyor; “Nerede diğerleri, nerede öbür gazeteciler?” Hakikaten neredeler? Neredeyiz? İlle de Zülfü Livaneli, Can Dündar, Deniz Yücel mi olmalı zulme uğrayanlar duyarlılık göstermek için. Alman meslektaşlarımızdan öğreneceğimiz çok şey var galiba...