Konuşmak kolaydır, eylem zor.
Sınanmadan konuşan insanlara güvenmek çok da anlamlı değil bu nedenle.
Mesela, bugün Avrupa’nın kutsal saydığı hangi metne bakarsanız, “işkence gibi insanlık suçlarının zaman aşımına tabi olmadığını” görürsünüz.
Türk Ceza Kanunu’na baktığınızda da kalın harflerle yazdığını görürsünüz aynı kuralın.
Ne kadar da duyarlı, ne kadar da hak ve özgürlükleri savunan, ne kadar da demokratik kurallar.
Sivas katliamından 10 Ekim katliamına kadar uzanan katliamlar tarihinin herhangi bir yaprağının üzerine ise hiç “insanlığa karşı suç” notu düşülmüyor nedense.
Hele ki bu kadar mültecinin Avrupa’ya çıkış kapısını kapatmışken Türkiye… “Mülteciler gelmesin” diye OHAL Komisyonu gibi bir garabeti kabul etmişken AB ülkeleri…
İnsanlık zaman zaman unutulabilir. İnsanlığa karşı işlenmiş suçlar da öyle…
***
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin henüz kaleme alınmış taze yazısında, 12 Eylül askeri darbesinden sonra işkence görenlerin başvurularının daha önce de reddedildiği, başvuruların Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun olmadığı, bu nedenle de dava konusu yapılamayacağı yazılıyor.
Haklılar, daha önce de 12 Eylül başvurularını reddetmişlerdi. O tarihte AİHM yok, Türkiye’nin üyeliği yok, başvuru usul ve yöntemleri yok, ne yapsınlar değil mi?
Yılmaz Cerek’in başvurusu bu. Gencecikken Mamak Cezaevi’ne konulan ve yaşamı boyunca işkence izlerini bedeninde taşıyan, yetmezmiş gibi 10 Ekim Ankara Gar Katliamı’nda da yaralanan Cerek, son çare olarak AİHM’ye başvurmuştu.
Ne bilsin bütün bu oyunların görünmez kuralları olduğunu.
AİHM’den ret yanıtı geldi geçtiğimiz günlerde. Emsal kararlar gerekçe gösterilerek, 12 Eylül işkencelerinin soruşturulmamasının, bu konuda dava açılmamasının AİHM’de dava konusu olamayacağı anlatılıyordu yazıda.
Türkiye ve AİHM, işkencecilerin ve darbecilerin korunması için bir kılavuz yazdılar adeta. Büyük başarı!
***
12 Eylül darbesinden sonra tam 30 yıl boyunca, savcılıklar hiçbir başvuruyu kabul etmedi. “Anayasanın geçici 15. maddesi kapı gibi dururken, ne yapabiliriz?” diyordu yargı.
Bu maddeye göre 12 Eylül darbesini yapanların ve onların talimatlarını uygulayanların yargılanması, soruşturulması yasaktı.
Ama gün geldi, AKP iktidarı, Gülen Cemaati ile birlikte “vesayeti” kaldırmak adına yargıyı dönüştürmeye karar verdi.
Bir dayanak, bir destek noktası lazımdı.
Geçici 15. maddenin kaldırılarak, darbecilerin ve işkencecilerin yargılanmasının önünün açılacağı müjdesi verildi. Düzenleme, referanduma sunulacak pakete eklendi. Destekçiler arttı, düzenlemeler halktan onay aldı.
Bugün, “Zaten perişan halde olan yargı nasıl bu hale geldi?” sorusuna yanıt aranırken, oraya bakmak gerekiyor. Anayasa Mahkemesi’nin, Yargıtay’ın, Danıştay’ın, Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun yapısının bütünüyle değiştirildiği o referanduma.
***
O kadar referandum yapıldı değil mi, artık darbecilerin yargılanması gerekir.
Öyle de oldu başta. Elbette tutuklamadan, elbette şefkat gösterilerek. Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya, Milli Güvenlik Konseyi’nin hayattaki iki üyesi hakkında dava açıldı.
Yataklarından online bağlanarak ifade verdi ikisi de.
Zaten hep yatarak, güllük gülistanlık içinde geçirmişlerdi ömürlerini. Bir değişiklik olmadı.
Aynı dönemde 12 Eylül işkencecileri hakkında da 60’ı aşkın soruşturma başlatıldı. Kayıp yakınları, çocuklarını işkencede kaybedenler, işkence görenler ardı ardına suç duyurusunda bulunuyordu.
Ama Türkiye burası.
Devletin sevdiği ve sevmediği darbeciler var.
Bakıldı ki iş uzayacak, geri adım atıldı. O güneşli havanın yerini, yine puslu, solgun bir hava aldı.
***
Temizlemek gerekiyordu şimdi ortaya dökülenleri.
Formül bulundu.
Mahkeme, yargının yıllardır başvuru almamasına gerekçe gösterilen ve referandumla kaldırılan geçici 15. maddenin aslında hiçbir zaman darbecileri korumadığına, yargılamaya engel olmadığına, bu nedenle darbe ve diğer suçların zaman aşımına girdiğine karar verdi.
Elbette işkence suçları da zaman aşımına girmişti.
Yargıtay onadı bu kararı. Kenan Evren ve Şahinkaya ölene kadar bekleyerek üstelik. Sağlıklarında kendilerini daha fazla üzmek olmazdı.
Anayasa Mahkemesi, daha da ileri gitti. Yapılan başvurulara, “Sizin ihmaliniz, zamanında başvurmanız gerekirdi” yanıtını verdi.
Usul hukukuna bağlılık, hukuki görünmenin ön şartıdır bu kurumlara göre. Ama bunu doğru saydığınızda da aniden bu kural unutulur. Kişiye göre, duruma göre…
***
Elbette Anayasa Mahkemesi’ni çok yakından takip eden, ne hikmetse bazen görüşeceği davaların tarihlerini bile önceden fısıldayan, AYM’nin önceden karar almasına zemin oluşturan AİHM de Türkiye’yi kıracak değildi.
Sistemli olarak 12 Eylül başvurularını reddetmişti.
AİHM’ye göre, 2010’dan sonra dava açılabilmesinin, sonra bu dosyaların kapatılmasının anlamı yoktu.
Bir darbenin sorumluları böyle kurtarıldı.
Hukuk eliyle, darbeciler ve işkencecilerin dosyaları kapatıldı, darbe tarihe gömüldü.
***
Elbette 12 Eylül kural ve kurumlarıyla dimdik ayakta. Şimdi hiç olmadığı kadar güçlü.
28 Şubat’ta kendini ne isterse yapmaya muktedir gören askerlerin, 24 yıl sonra, ayakta duramayacak yaşlarda cezaevine konulması bunun örneği.
Kenan Evren’i yatağından etmeyen, Mamak’ın komutanı Raci Tetik’i biraz olsun üzmeyen, işkencecileri ifadeye bile çağırmayan sistemin sevdiği ve sevmediği darbeciler var.
***
Kamber Ateş, görüş kabinindeki annesi Kürtçe konuşursa dayak yiyeceği için gözleriyle konuşuyordu 12 Eylül’de. Oğlunun kaygısını öğrenip gelmiş, günlerce bilmediği dilde ne diyebileceğini çalışmış annesi, sadece, “Kamber Ateş, nasılsın?” diye sorabiliyordu.
'Sakıncalı' yayınlar yaptıkları gerekçesiyle Mamak’a getirilen Muzaffer ve İlhan Erdost, aracın içinde dövülüyordu. Dayak faslı bahçede yeniden başlarken İlhan Erdost, bir daha görmeyeceği kızlarını anımsayıp, “Küçük kızımı uyandırmadan geldim, dövmeyin daha fazla” diyordu. Durmayıp, ölene kadar dövüyorlardı.
Mamak’ın hiçbir zaman hesap vermeyen müdürü Raci Tetik’in sesi:
“Mahkûmların kaba yerlerine ve avuçlarına vurulması gerektiği konusunda emir verdim. Amacım disiplini sağlamaktır.”
Kadınlar koğuşunun camlarında çığlıklar.
Bahçede, karın üzerine yatırılan kadınların üstündekiler çıkartılıyordu daha rahat işkence yapabilmek için.
Yılmaz Cerek de şöyle anlatıyordu işkenceyi:
“Yırtıcı hayvanların konulduğunu bildiğimiz bir kafese sokuldum... Kafeste konuşmak, tuvalete gitmek yasaktı. Altına kaçıran bayıltılıncaya kadar coplanırdı. Askerler, birini seçer, ona İstiklal Marşı’nın belli bir kıtasını okumasını söyler, 5 yerine 6. kıtayı okuyan bayıltılıncaya kadar dövülürdü. Bir devletin İstiklal Marşı’nı kendi vatandaşlarına işkence aracı olarak kullanması en utanılacak insanlık halidir ama Albay Tetik bunu yapacak kadar düşmüştür. Coplanma mahkemede de uygulanırdı. Durumu söyleme cesareti gösteren bir arkadaşa mahkeme başkanı ‘ne bekliyordunuz, ülkede darbe olmuş aslanım darbe’ diye çıkışmıştı. Görüş günleri tam işkenceydi. O nedenle görüşmecilerimize ‘görüşe gelmeyin’ diyorduk ama ‘niye görüşün gelmiyor lan’ diyerek de yine dayak atılıyordu.”
Ölen ölür buralarda ne gam! Ve refahı bozulmasın diye göz yumar modern dünya…
Ama insanlık suçunun türü bir değil.
Ve koruma ve kollama da dahil o suçlar çırılçıplak duruyor ortada…