Döviz kurunda dalgalanmalar ve daha dramatik şekliyle döviz krizleri özellikle dış kaynak ihtiyacı yüksek ülkelerde hükümetlerin kabuslarının başında geliyor. 1980’lerde Latin Amerika ülkelerinde sıklıkla gözlemlenen döviz krizleri, sermaye hareketleri üzerindeki kısıtların büyük oranda ortadan kalktığı 1990’lar boyunca, özellikle yükselen piyasa ekonomilerinde tekrar tekrar yaşandı.
1994’te Meksika’da, 1997’de bir seri krizle Tayland, Endonezya ve Güney Kore gibi Asya ülkelerinde, 1999’da Brezilya’da, 2000’de Arjantin’de ve 2001’de Türkiye’de tecrübe edilen ve çok köklü sonuçlar doğuran kriz bunlardan bazıları.
Öyle ki döviz krizleri konusu uluslarası finans literatüründe üzerinde en çok çalışılan konuların başında geliyor. Bu çalışmalardan ve bir çok ülke deneyimlerinden edindiğimiz dersleri şöyle sıralamak mümkün.
TL’nin yükselişine dönersek. Öncelikle şunu belirtmekte fayda var, ‘döviz krizi’ terimi özel olarak sabit kur mekanizmasındaki paralar ve ülkeler için kullanılıyor ve TL bu bu kategoride değil, değeri piyasada belirleniyor.
Bu tanımlama önemsiz olmamakla beraber kur rejimi ne olursa olsun döviz kurundaki hatırı sayılır artışlar her açık ekonomi için, özellikle dışa bağımlılığı yüksek ülkeler için çok ciddi kayıpları beraberinde getiriyor.
Türkiye ekonomisi için döviz artışından kaynaklanan en önemli riskler şöyle sıralanabilir; finanse edilmesi gereken yüksek cari açık (milli gelirin yüzde 5.5’i büyüklüğünde); milli gelirin yüzde 50’sini aşan dış borçlar; özellikle özel sektörün döviz cinsinden ciddi boyutlara ulaşan borçları; ve bunun sonucu olarak ta milli gelirin dörtte birini aşmış olan brüt dış finansman gereksinimi.
TL üzerindeki baskının sonuçlarını piyasalarda dün en dramatik haliyle gözlemledik. Yukarıda söz edildiği üzere, pratikte bu baskıya ya döviz satarak ya da faiz artırarak karşılık verilebilirdi. Sermaye çıkışının engellenmesi çok daha radikal bir alternatif ve bugünün ekonomi politikalarından ciddi ayrışma anlamına gelir ki zararı bu aşamada faydasından çok daha fazla olur. Ayrıca bir süredir azalan döviz rezervleri de - net rezervler dış finansman ihtiyacının yarısından azını karşılayabiliyor- fazla bir manevra alanı bırakmış görünmüyor.
Tüm bu nedenlerle hiç sürpriz olmayan bir şekilde dün otoritelerin seçimi de faiz artırımı yönünde oldu. Fakat ciddi gecikmeyle alınan faiz kararı hem de artış 300 baz puan olmasına rağmen kuru ancak bir önceki günün seviyesine çekebildi.
Bu aşamada ‘kurdaki dalgalanmayı ekonomimiz haketmiyor’, açıklamasının hiç bir karşılığı yok. 1997’de döviz krizine yakalanan Asya ülkeleri 1990’lar boyunca hızlı büyüyen ve çok güçlü performans gösteren ekonomilerdi. Yine benzer şekilde 2000’de ciddi krizle sarsılan Arjantin 1990’ların yıldızı olarak gösteriliyordu. Kaldı ki Türkiye ekonomisindeki kırılganlıklar artık yaygın bir şekilde kabul ediliyor.
Gelinen noktada kendimizi bir çok açıdan köşeye sıkıştırmış durumdayız. Hem döviz hem finansal piyasalarda ciddi sorunlarla karşı karşıyayız. Bu sorunların ciddi ve köklü çözüm stratejileriyle yönetilmesi gereken çok hassas bir sürece girmiş bulunuyoruz.
2011’de derinleşen Avrupa Borç Krizi’yle mücadelesinde Avrupa Merkez Bankası’nın izlediği ’her ne gerekirse yapmayı taahhüt ediyoruz’ benzeri bir stratejinin izlenebilmesi için piyasaların kurumlara tam güveninin sağlanması şart.
Bunun için de özellikle Merkez Bankası’nın kendisine verilen görevi, kendi araçlarını gerekli gördüğü zamanda ve ölçüde kullanacağına piyasanın güveninin tam olarak tahsis edilmesi kısa dönemli mücadelenin olmazsa olmazı.
Bununla ilgili olarak dün Financial Times gazetesinde rapor edilen en ilginç dialoglardan biri yabancı yatırımcılardan birinin ifadesiyle ‘faiz-enflasyon ilişkisine inanmayan ülkeye neden yatırım yapayım’ idi.
Orta ve uzun dönemde ise özel sektörün kırılganlığının ve dışa bağımlılığın azaltılması gerek. Bunlar analiz gerektiren önemli konular.
Hem kısa hem uzun dönemde ekonomik çözüm için şeffaf, hukukun üstünlüğü ve siyasetten bağımsız kurumlar etrafında şekillenen, demokratik bir sistem oluşturmak için kaybedecek bir günümüz bile olmadığı açık. Yürürlükte olan OHAL ile bunun gerçekleşmesi mümkün değil.
Ne yazık ki yeni Cumhurbaşkanlığı sistemiyle de tam da ters yöne doğru hareket edeceğiz.