Sela…
Ezandan farklı olarak belli belirsiz bir ürperti hissederim çocukluğumdan beri sela okunduğunda.
Biri mi ölmüş? Kim? Kaç yaşındaymış? Tanıdık mı?..
Bildiğin birinin ölümünü haykırıyorsa eğer, sela “kara haber” demektir.
Aynen bir gazetede, tanıdığın birinin fotoğrafının altında yazan vefat ilanı gibi…
Ya da internetten gönderilen bir iletideki saygılı, ama soğuk satırlarda ifade edilen başsağlığı dileği gibi…
“Vefat”, “kaybettik”, “yitirdik”, “üzgünüz”…
Eşi… Çocukları… Akrabaları… Arkadaşları… Öğrencileri…
Bu kez ölüm haberini yaygınlaştıran sela, ilan ve iletinin merkezinde çok tanıdık, sımsıcak bir isim vardı:
Türkiye’nin önemli ressamlarından biri, kiminin eşi, kiminin annesi, birçok insanın arkadaşı ve yoldaşı, binlerce belki on binlerce “çocuğun” öğretmeni…
Ben o çocuklardan biriyim. Yaşım kaç olursa olsun.
Ve bu kara haberle çocukluğumdan bir büyük parça daha koptu gitti.
Resim öğretmenimi kaybettim.
Her zaman iyi yürekli, her zaman içten, her zaman güler yüzlü olmasını mucizevi bir şekilde ve asla zorlanmadan başaran eşsiz bir insan eksildi hayatımdan.
Küçücük bir kadın gitti.
Ve arkasında kocaman bir boşluk kaldı…
* * *
O’nun biyografisini, çağdaş Türk resim sanatındaki yerini, ülke içindeki ve dışındaki başarılarını merak ediyorsanız internetten bulabilirsiniz. Resimlerinin bir bölümüyle, natürmort ve peyzajlarıyla, portreleriyle ve beni 70’lerden bu yana terk etmeyen muhteşem atlarıyla kendi sitesinde tanışabilirsiniz: www.nevincokay.com . Öğrencilerinin onun ne kadar sahici bir insan ve sıra dışı bir öğretmen olduğunu anlattıkları satırlara da Facebook’taki Kültür Koleji ile ilgili gruplarda rastlayabilirsiniz.
Bu yürekten kopup gelen satırlardan birinde, bir arkadaşımız, Nevin Hocamız’ın büyük bir yetenekle arayıp bulduğu renklerin asıl kaynağına, doğaya kavuştuğunu yazıyordu.
Bu kavuşmanın gizemli öyküsünü barındıran cenazede bulunan öğrencilerden biriyim.
İstanbul’dan kopup gelerek ömrünün son yıllarını geçirdiği Foça’da onu birkaç kez ziyaret etmiştim. Bir sonraki ziyaretimi erteleyip durdum nedense. Aslında biraz da son görüşmelerden kalan izlenimlerimin etkisiyle telefon etmeye çekindiğim, kara haber almaktan korktuğum için…
En son yaşlı, yorgun, ama her zamanki gibi güler yüzlü ve iyi yürekli hali kalmıştı aklımda.
Şimdi o, kendisinden birkaç kat büyük bir tabutun içinde; ben, eşi Nejat Abi, oğlu Cengiz ve öteki sevenleri musalla taşının önündeydik.
Nejat Abi bu ölümü en yakından izleyen ve hisseden insan olmasına karşın (belki de bu yüzden), neler olup bittiğini anlamanın çok güç olduğu karmaşık bir labirentte gibiydi. Kâh uzun yıllar öncesine gidip tanışmalarını anlatıyor, bazen gülüyor, bazen uzaklara dalıyordu; kâh zorlu son aylardan söz ediyor, aniden gözyaşlarına boğuluyordu.
Kelimeler boş ve anlamsızdır böyle zamanlarda, bilirim. Dostça bir dokunuştan fazlasını veremezsin içi yanan insana…
Cenazenin sonuna kadar birkaç kez konuştuk, yan yana oturduk, sarıldık Nejat Abi’yle. Ayrılırken aklımda kalan en ürkütücü ve en gerçek merak, bu adamın 59 yıldır birlikte olduğu eşinin bulunmadığı ve bir daha asla gelmeyeceği evine nasıl döneceğiydi...
* * *
Cami imamı kim bilir kaçıncı kez aynı vurgularla, aynı kelimeleri dile getirdi. İnananlar hep birlikte dua etti. İnançsızlar yine kendilerini suçlu hissederek bu sahnenin bir an önce bitmesini istedi.
Sonunda Nevin Hocamız’ı bir arabaya koyarak mezarlığa götürdüler.
Sıcaktı. İnsanların yüzündeki ter damlacıkları mıydı göz yaşları mıydı, belli değildi. Önemi de yoktu bunun.
Çok sıcaktı…
Bu sıcakta koyu değil, açık renk giyilmeliydi.
Karanlık koca tabuttan beyazlar giyinmiş küçücük bir kadın çıkardılar. Derin mezarın dibinde bir yere yerleştirdiler onu usulca. Tahtalarla kapladılar üstünü. Hasırlar serdiler.
Bütün bunlar ağır ağır, tane tane olur gibiydi.
Sonra mezara iştahlı topraklar yağmaya başladı hızla.
Nevin Hanım, kim bilir kaç kez resmini yaptığı güneşten iyice uzaklaştı.
Üzerine örtülü toprağın ortasını oyup suladılar. İki uca koydukları kaplarda birkaç karanfil belirdi.
İmam son sözlerini söyledi.
Ahali mezarlığın çıkışına yöneldi.
Sadece Nevin Çokay kaldı orada.
Küçücük bir kadındı.
Küçücük bir mezar oldu.