Kürt sorunu hâlâ çözülemedi. Ankara çözüm açısından bazı temel meselelere ne yazık ki hâlâ el atamıyor. Anlaşılan o ki, AK Parti’ye hâkim muhafazakâr-milliyetçi zihniyet, Kürt sorununda çözüme giden yolu tıkıyor. Öyle anlaşılıyor ki, Erdoğan milliyetçiliği de, Kemalist milliyetçilik ile bir yerde benzeşiyor.
Peki damardan girilemeyen konularda hangi kritik adımlar atılabilirdi? Çözüm süreci konusunda Erdoğan kapısı hâlâ aralık mı? Kapının az da olsa aralık olduğu düşüncesi hangi gerekçelere dayandırılabilir? Süreçte İmralı’nın, Kandil’in, PKK’nin yanlışları yok mu? Benim cevaplarım, Brüksel'deki konferansta yaptığım ve aşağıya aldığım konuşmada...
BRÜKSEL
Avrupa Parlamentosu çatısı altında bu yıl onuncusu düzenlenen konferansın adı şöyle:
Türkiye, Kürtler ve İmralı Barış Süreci: Tarihsel bir fırsat.
Ben de dün öğleden sonra bu konferansta aşağıdaki konuşmayı yaptım.
* * *
Söyleyeceklerimde hiçbir yeni taraf yok.
Ne yazık ki öyle.
Son yıllarda ne söylediysem, son yıllardaki kitap ve yazılarımda ne yazdıysam yine hep aynı şeyler.
Neredeyse klişe haline geldiler.
Ya da genel doğrular.
Ama geçerliliklerini korumaya devam ediyorlar.
Çünkü Türkiye’nin Kürt sorunu hâlâ çözülemedi; hâlâ barışcı bir raya oturabilmiş değil bu sorun.
PKK hâlâ dağlarda.
PKK’nin silah bırakması, sivilleşmesi hâlâ uzaklarda...
Gerilla elinde hâlâ silah tutuyor.
Evet, şimdilik silahlar sustu.
11 aydan beri patlamıyor.
11 aydan beri dağdan ölüm haberleri gelmiyor.
11 aydan beri analar gözyaşı dökmüyor.
Her iki taraf da ‘ateşkes’i yıllardır belki de ilk kez bu kadar ciddiye almış durumda...
Bu elbette güzel bir gelişme...
Barış fikrinin Abdullah Öcalan’ın 21 Mart Newroz açıklamasıyla genel kabul görmeye, topluma da mal olmaya başladığını gösterdiği için de güzel bir gelişme...
Ama bugün gelinmiş olan nokta, Kürt sorununun barışçı çözümü için yeterli olmaktan uzak.
Ankara’da atılan adımlar yok mu?
Hiç kuşkusuz var.
Bazı tabular kırılıyor.
Utangaç da olsa, yetersiz de olsa bazı açılımlar gerçekleştiriliyor.
Ama hâlâ ‘çözüm’e yakın değil, uzağız.
Çözüm konusunda bazı alanlar var ki, onlara maalesef damardan girilmiyor.
Daha doğru deyişle:
Ankara çözüm açısından yaşamsal nitelikteki bazı temel meselelere ne yazık ki bugün hâlâ el atamıyor.
Bu konuda, anlaşılan, AK Parti iktidarının siyasal iradesi yok.
Bu konuda, anlaşılan o ki, AK Parti’ye hâkim muhafazakâr-milliyetçi zihniyet, Kürt sorununda bugün hâlâ çözüme giden yolu tıkıyor.
Bu konuda, yani Kürt sorununda, öyle anlaşılıyor ki, Tayyip Erdoğan milliyetçiliği de, Türkiye’de sorunu 1920’lerden itibaren tarih sahnesine çıkaran Kemalist-milliyetçilik ile bir yerde benzeşiyor.
Bunun içindir ki, AK Parti iktidarı ya da Tayyip Erdoğan bunca yıldır yeni ve demokratik bir anayasa yapamadı. Kritik konulara, demin de belirttiğim gibi, damardan giremediği için havlu attı.
Ne miydi bu kritik konular?
Türk vurgusu olmayan, etnik vurgudan yoksun, kapsayıcı bir vatandaşlık tarifi...
Anadilde eğitim hakkı...
Yetersiz de olsa, güçlü yerel yönetimler konusunda en azından bir başlangıç olarak Avrupa Birliği’nde geçerli olan yerel yönetim çerçevesi...
Seçim Kanunu’nda, Siyasi Partiler Kanunu’nda demokrasinin gerektirdiği değişiklikler...
Terörle Mücadele Kanunu’nda, Türk Ceza Kanunu’nda demokrasinin kolunu kanadını kıran, ifade ve örgütlenme özgürlüklerini fena halde kısıtlayan, hatta bazı durumlarda yok eden hükümlerden kurtulmaya dönük düzenlemeler...
Hapisteki milletvekillerini, KCK’lıları, gazetecileri özgürlüklerine kavuşturacak yasal adımlar...
Af...
Hapisteki hasta mahkûmların öncelikle serbest bırakılması...
Ve hiç kuşkusuz Öcalan’ın İmralı koşullarının çok daha iyileştirilmesi ve geleceği...
Liste daha uzatılabilir.
Kısaca vurgulamak istiyorum.
Başbakan Erdoğan, Kürt sorununu barışçı çözüm rayına oturtacak bütün bu kritik konularda, boğayı boynuzlarından yakalayacak kararlılık ve cesareti -bazı küçümsenmeyecek önemli adımlar atmış olmasına rağmen- bugüne kadar gösterebilmiş değil.
Neden böyle, diye sorabilirsiniz.
Zaten istemediği için mi?
Muhazakârlık ve milliyetçilik anlayışı bu kadar -ya da buraya kadar- olduğu için mi?
Siyasal vizyon ve ideolojik halleri ancak bu kadarına elverdiği için mi?
Yoksa her şeyin temelinde, 2011’deki gibi yine seçimlere dönük olarak Tayyip Erdoğan’ın zaman kazanma taktikleri ya da malum siyasal oportünizmi mi?
Hangisi?..
Hangisi diye sormak yerine, hepsinden biraz diye yanıt verebilirim.
Ama şu da var:
Ben henüz Tayyip Erdoğan’dan Kürt sorunu ve çözüm süreci konusunda umudumu tümüyle kesmiş değilim.
Demokrasiye ilişkin olumsuzluklar ve hayal kırıklıklarına rağmen kapıyı hâlâ aralık tutmaya çalışıyorum.
Ama gerçekten kolay değil.
Sorabilirsiniz:
Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve özgürlükler alanında sürekli gerileyen, kırık not üstüne kırık not alan, özellikle Gezi’den beri otoriter bir çizgide -ya da tek adamlık yolunda- istikrarlı bir şekilde ilerleyen Tayyip Erdoğan’dan Kürt meselesiyle ilgili köklü adımları nasıl oluyor da hâlâ bekleyebiliyorsun, hâlâ umudunu tam olarak kesmiyorsun?..
Evet, meşru ve haklı bir soru.
Ama düşünmekte yarar var:
Türkiye’nin realiteleri ve hayatın gerçekleri, herkes gibi Tayyip Erdoğan’ı da Kürt sorununda çözüm yoluna itiyor, zorluyor. Bugüne kadar da bunun örnekleri var.
Ne demek bu?
Ne mi demek?
Bakın en başta, Kürt sorununu çözüm yoluna oturtmadan bu memlekette barış olmaz demek.
Hukuk devleti olmaz demek.
Birinci sınıf demokrasi ve hukuk devleti olmadan da, örneğin bu memleketin aş ve iş sorunu da çözülemez demektir.
Bütün bu meseleler içiçe düğümlenmiştir, karmaşıktır.
Ve düğümü çözmek için öncelikle yakalayacağın halka da ‘Kürt sorunu’dur.
Bu halkaya asılmadan Türkiye’nin barış, demokrasi ve kalkınma düğümünü çözmek imkansızdır.
Türkiye’nin realiteleri ve hayatın gerçekleri derken, bunu kastediyorum, Kürt sorununda çözümün önceliğini vurguluyorum.
Bunun için de çözüm süreci konusunda hâlâ ‘Tayyip Erdoğan kapısı’nı az da olsa aralık tutmaya devam ediyorum.
Çünkü yakın geçmişte yine ‘hayatın gerçekleri’ Erdoğan’ı nasıl ‘Oslo süreci’ne getirdiyse, nasıl Kandil sakinlerinin karşısına kendi ‘özel temsilcisi’ni oturttuysa, nasıl MİT aracılığıyla İmralı’da Apo’yla görüşmeye başladıysa, -ki bunlar bugüne kadar hiçbir Başbakan'ın atamadığı cesur adımlardı- bundan sonra da Tayyip Erdoğan, ‘realiteler’in yoluna neden sapmasın ki diye düşünebiliyorum.
Kimileri, Erdoğan konusunda bu kadar çok şey yaşadıktan sonra, beni biraz fazla iyimser buluyor olabilir.
Olsun, yine de kapının aralık kalmasında yarar var diye düşünüyorum.
Bütün bunlardan sonra Ankara’dan, İstanbul’dan bazı seslerin kulağıma çalınmaya başladığını söyleyebilirim.
Şöyle:
“Uzun uzun konuştun. İyi güzel de, hiç İmralı’yı, Kandil’i, PKK’yi eleştirmedin, onlara dokunmadın. Çözüm süreci konusunda onların sorumlulukları, yanlışları yok mu?”
Bu da meşru ve haklı bir soru.
Bu odakların geçmişten bugüne sorumlulukları, yanlışları elbette var, eleştirilecek yanları elbette var.
Ama lafı uzatmak istemiyorum.
Bugün gelinen noktada eğer içtenlikle ‘çözüm sürecinde yol almak’tan söz ediyorsak, buna gerçekten inanıyorsak, kaç yıldır silahın bir alternatif olmaktan çıktığını ve tamamen çıkması gerektiğini düşünen bir gazeteci olarak bir noktayı bir kez daha vurguluyorum:
Çözüm sürecinde top bugün Ankara’da, Başbakan Erdoğan’ın sahasındadır!
Ve çözüm sürecinde PKK’yi kendi içinde demokrasiye davet edenler, öncelikle Tayyip Erdoğan’ı ‘demokratik reform yolu’na çağırmalıdırlar.
Twitter: @HSNCML