“Söz konusu vatansa gerisi teferruattır” zihniyetinin cumhuriyet tarihinde en içler acısı örneği, 1937 ve 1938 yıllarında Dersim’de yaşanan kıyımdır. Resmi tarih Dersim’den, “Tunceli’de eşkıya isyan etti, bastırıldı” diye bahseder. Gerçek bu değildir. Dersim’de isyan olmadı. Dersim’de, Dersimlilerin Tertele dedikleri, (soykırım diye niteledikleri ve başlangıç tarihi olarak 4 Mayıs 1937’yi aldıkları) bir kırım yaşandı. Devrin hükümetleri tarafından planlı programlı olarak önceden hazırlanmış ve acımasızca uygulanmış olan, eski deyişle bir tenkil (yok etme) harekâtı, bir katliam, bir kırım.
Genelkurmay Başkanı Çakmak: Dersim cahildir, zorunlu iskân uygulanmalıdır.
Yıl 1926 ‘Tehlike: Dersim Kürtleşiyor!’
Mülkiye müfettişi Hamdi Bey raporunu yazar İçişleri Bakanlığı’na:
Dersim gittikçe Kürtleşiyor. Tehlike büyüyor. Dersim, Cumhuriyet için çıbandır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliyat yaparak acı sonuç ihtimali önlenmelidir.
Yıl 1931 ‘Dersimli okşanmakla kazanılmaz!’
Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, hükümete verdiği raporunda askerin tavsiyelerini şöyle sıralar:
Dersim cahildir. Zorunlu iskan uygulanmalıdır. Yüksek memurlara koloni (sömürge) yönetimlerindeki yetkiler verilmeli. Türklük telkini yapılmalı. Kürt kökenli yerli memurlar tümüyle bölgeden çıkarılmalı. Dersimli okşanmakla kazanılmaz! Silahlı kuvvetlerin müdahalesi, Dersimli’ye daha çok tesir yapar ve iyileştirmenin esasını oluşturur. Türk toplumu içinde Kürtlük eritilmeli.
Yıl 1932 ‘Yerli memurlar casustur!’
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya hükümete bir rapor verir:
Kuzey Dersim halkı batıya göç ettirilmelidir. Askeri harekât başlamadan tüm silahlar toplanmalıdır. Yerli memurlar casustur. Dersimlilere kendilerinin aslen Türk olduklarını öğretmek lazımdır. Uçakların talim uçuşları Dersim üzerinde yapılmalıdır.
‘Zazaca konuşmayacaksın dediler!’
Ne olmuştu Dersim 1937/38’de? Ailesi Kürt ve Aleviydi. Tunceli’den, yani esas adıyla Dersim’dendi. “Okula ilk gittiğimde bana sıkı sıkıya tembih ettiler. Kimselere Alevi olduğunu söylemeyeceksin ve hiç kimseyle de Zazaca konuşmayacaksın” dediler. Sema Kaygusuz, Yüzünde Bir Yer isimli romanında Dersim’i şöyle anlatır:
“Zülfü üst üste birkaç sigara içti. Türkçesi zaman zaman kayıp Zazacanın içinde kayboluyor, sonra tekrar yüzeye çıkıyordu. ‘Bir köprü olmasaydı eğer’ diyordu, Munzur’un üstünden geçen Harput Köprüsü olmasaydı, Dersim cehennem olurdu.’ Meğerki köprü sayesinde kaçabilenler kıyımdan kurtulmuştu. Köye varıncaya kadar jandarmalar defalarca yolunu keserek, insanı sindiren anlamsız bir öfkeyle her keresinde kimliğini istemiş, yanındaki fotoğraf makinesi yüzünden gazeteci misin nesin, kime geldin, niye geldin diye biteviye sorgulamışlardı seni. Kayalara çizilmiş devasa komando figürlerinin verdiği tedirginlikten başka, buzlanmış bir tinsellikle örtülüydü orası. Çığın altında kalan insanlar, otuz sekiz yılında çoluk çocuk katledilenler, meçhul bir sesin peşinden gidip geri dönmeyenler sanki dipdiri bir kederle etrafta dolaşıyorlardı. Yarı Türkçe yarı Zazaca konuştukları için onları doğru dürüst anlayamıyordun. Babaannenin anlatmaya koyulup belli belirsiz bir ağlayışla yarıda kestiği trajik olayları niçin tamamıyla anlatmadığını, köylülerin yüzüne bakar bakmaz anladın. Utanç aranıza gerilen bir perde gibiydi. Kardan yansıyan ışınlarla kırış kırış olmuş bu yüzlerde berrak bir hafızanın derinleştirdiği başka çizgiler de vardı. Acı bilginin yerleştiği derin çizgiler... Bu topraklarda olup bitenleri saymaya gücü yoktu hiçbirinin. Üstelik hâlâ korkuyorlardı.”
Ne isyan, ne örgütlü direniş!
Ne olmuştu Dersim 1937/38’de sorusunu Mesut Yeğen şöyle yanıtlar:
“1930’lara gelindiğinde cumhuriyet, Tanzimat’tan beri boyun eğdirilemeyen Dersim’i, önce İskân Kanunu (1934), ardından da Tunceli Kanunu’yla adım adım kuşattı, 1937 ve 38’deki harekâtla da ‘fethetti.’ Dersim’in Alevi-Kürtleri fiziki ve kültürel habitatlarına kasteden bu fetih harekâtına, rehberleri Seyid Rıza’nın önderliğinde direndi direnmesine, lakin sonuç hüsran oldu. Hülasa, 1937-38’de ne bir anda patlayıp da bastırılan bir isyan vardı ortada, ne de örgütlü, planlı bir ayaklanma. Olan biten, Dersimlilerin ‘hayat alanlarını’, ‘hali’ korumak için gösterdikleri ve bedelini ‘mübalağa katliam, mübalağa sürgün’ ödedikleri kararlı ve fakat ‘nafile’ bir direnişten ibaretti.”
‘Asiler dağlarda imha ediliyor!’
Son Posta gazetesi manşet atar: “Dersim meselesi tarihe karıştı!” Haberin devamı: “Asiler sıkı bir çember içine alındılar. Tunceli’de kahraman kuvvetlerimiz vaziyete hâkimdir. Asiler sığındıkları sarp dağlarda imha ediliyorlar.”
Berlin, 26 Kasım 2010.
Hayatımda ilk kez Dersim üzerine bir konferans izliyorum:
1937/1938 Dersim: Bir Soykırımın Tanınması.
‘Seyid Rıza’nın çığlığına hiç olmazsa bunca yıl sonra kulağımızı açabildik
“Tertele’yi, kıyımı konuşmak istiyorum” diye başlıyorum, “acıların üstüne, unutturulmak ve bastırılmak istenen acılar üstüne...” Şöyle devam ediyorum: “Acıların kaynağında inkâr edilen kimlikler var, hayat tarzları var. İnkâr edilen kökler var. Yine acıların temelinde yatan dinî kimlikler, mezhepler üstüne konuşmak istiyorum. Kimlikler, kökler kaybolmuyor. Acılar unutulmuyor.” New York’ta, Manhattan’daki Dervish Restaurant’ın barında tesadüfen tanıştığım ‘Bingöllü pizzacı’ Kasım’ı anlatıyorum. 1990’larda iki kız kardeşi dağda ölen Kasım’ın, “Ben onlar kadar cesur değildim, dağa gitmedim” derken yüzünden akan hüznü tarif etmeye çalışıyorum. Yedi kardeşlermiş; iki kız, beş erkek. Kız kardeşlerinden biri 1969 doğumlu, işletme okumuş Diyarbakır’da; diğeri 1972 doğumlu, liseyi bitirip İstanbul’da çalışmaya gitmiş. Biri, 1993’ün Eylül’ünde, öteki 1994’ün Ağustos’unda dağa çıkmış... Kız kardeşlerinden birinin ölüm haberini 1995’te Anneler Günü’nde almış, diğerininkini 1998 Haziran’ında... Soruyorum:
Acı dokunmayan aile kaldı mı?
Geçmişle, gerçekle yüzleşmeden barış ve huzuru yakalamak da, özgürlükler düzenini yakalamak da çok uzak ihtimaldir, diyorum. Dersim acısının, ‘Tertele’nin resmi tarih tarafından nasıl unutturulmak istendiğine işaret ediyorum. Kürtlerin, Alevilerin acılarını yıllar yılı nasıl içlerine gömdüklerine, acılarını nasıl gizlice yaşadıklarına değiniyorum. Seyid Rıza’nın cenazesinin yok edildiğini, mezarının bile yok edildiğini söylüyorum.
Resmi tarih buyurdu ki: Yalanda yaşayacaksın!
Demirel: Ne mutlu Türküm diyene biraz ırkçılık kokar
Bir süre yaşadık, ama sonra resmi tarihe burada, Berlin’de olduğu gibi isyan ettik. Seyid Rıza’nın idam sehpasına yürürken “Kerbela evladıyız! Hatasız, günahsızız. Bu ayıptır! Bu zulümdür, cinayettir!” çığlığına hiç olmazsa bu kadar yıl sonra kulağımızı açabildik. İşte bakın, yetmiş yıl sonra bile olsa, Haydar Işık’ın deyişiyle: “Dersim yattığı kış uykusundan uyanıyor artık...”
Kılıçdaroğlu’nun teybine…
Seyid Rıza’nın darağacına giderken attığı çığlığı bizzat duyan zamanın emniyet müdürlerinden [1960’larda Demirel hükümetlerinin Dışişleri Bakanı] İhsan Sabri Çağlayangil, Dersimli olan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroglu’nun teybine 1986 yılında şöyle der:
“Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu, zehirli gaz kullandı, mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler.”
Eski Hava Kuvvetleri komutanlarından, 12 Mart Darbesi’nin altında imzası olan rahmetli Muhsin Batur Paşa anılarında, genç bir havacı subay olarak Dersim’deki ‘özel görevi’nden şöyle söz eder:
“Elazığ’ın biraz uzağında, Harput’un eteklerinde çadırlı ordugâh kurduk. Bir müddet sonra ilk durak Pertek olmak üzere harekete geçtik. Ve iki ayı aşkın süre özel görev yaptık. Okuyucularımdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum.”
Demirel: Biraz ırkçılık kokar!
Özel görev neydi? Muhsin Paşa onca yıl sonra bile anlatmaktan niçin kaçınmıştı? Aslında lafı uzatmak yersiz. Demirel, 1991’in Şubat ayında, daha DYP’nin başında ana muhalefet lideriyken, bir akşam Ankara’da, Anadolu Kulübü’nde bana şöyle demişti:
“Asker 1980 öncesi benden ‘Dersim Kanunu’ istedi. Vermedim. Benden bunu istemeyin dedim. Dersim’de korkunç şeyler olmuştur. Renkli bir mozaiktir Anadolu. Yirmi küsur dil vardır. ‘Ne mutlu Türküm diyene’ye gelinceye... Bakmayın, ‘olana’ dememiş falan, biraz ırkçılık kokar.”
Acılarla yüzleşmeden…
Başbakan Erdoğan’ın daha yakın geçmişteki “Dersim’de 50 bin kişi katledildi” sözüyle birlikte, Çağlayangil’in tanıklığı ve Muhsin Paşa’nın söyledikleri bile, kendi başına Dersim 1937-38’in nasıl bir kıyım olduğu gerçeğinin altını çiziyor. Aradan 70 küsur yıl geçmiş olmasına rağmen tarihimizin bu rezil sayfasının bugün bile hâlâ gizli tutulmaya, unutturulmaya çalışılması ve devlet arşivlerinin yasak olmamasına rağmen hâlâ açılmamış olması, yalnız acı değil, aynı zamanda acıklıdır. Cafer Solgun’un dediği gibi:
“Yüzleşmezsek, hiçbir şey geçmiş olmuyor.”
Hasan Cemal, Barışa Emanet Olun, Everest Yayınları, sayfa 217-222