Her gece yatağa girerken gülümsüyorum, bak Philip, bir gün daha yaşadın diyorum. Ertesi sabah uyanınca da, bir gece daha kurtardın diye mırıldanıyorum kendi kendime...
Kopenhag, 22 Ocak 2018
Hani yakamı geçmişten kurtaracaktım, olmuyor demek ki...
Keşke geçmişi öldürebilsem! Ruh hâlim böyle. Bremen'den sabah erken Hamburg trenine bindim Yağan kar içimi ısıtıyor. Yolculuk, yıllardır gitmediğim Kopenhag'a. Neden, pek bilmiyorum. Bu karda kışta kuzeye doğru yol almak, soğuk ve karlı havalar belki ruhuma iyi gelecek. Tren Hamburg aktarmalıydı. Ama ufak bir gecikmeyle Kopenhag treni kaçtı. Beş saat beklemek zorunda kaldım. Dert olmadı. İstasyonda, sıradan bir kahve köşesinde bilgisayarımı açtım, aklıma geldiği gibi yazmaya koyuldum. Erdoğan eliyle Türkiye her geçen gün derinleşen bir çıkmazın içine itiliyor. Erdoğan'ın gözü kara! 2019 seçimlerini kazanmak için bir yandan içeride Türkiye'yi keskin cephelere bölüyor, diğer yandan adım adım dış maceraya götürüyor. Erdoğan sertleştikçe, ülkeyi kutuplaştırdıkça, yedi düvele pala sallayan Zaloğlu Rüstem postuna büründükçe, seçim sandığında büyüyeceğini sanıyor. Olabilir. Sandıkta bu hesap, 2016 yılı 1 Kasım'ında tutmuştu. 7 Haziran'da kaybettiği 9 puan oyu 'savaş düğmesi'ne basarak beş ay sonra geri almıştı. Görünen o ki, şimdi yine aynı tehlikeli oyunu oynuyor. Anketler iyi değil. Önüne konan seçim araştırmalarında umduğunu bulamıyor. Bu da onu geriyor. Bu tehlikeli oyun belki seçim sandığında Erdoğan'ın işine yarayabilir ama Türkiye'nin başını da belaya sokabilir. Ama anlaşılan yeni ölümler, yeni göçler, yeni insan trajedileri Erdoğan'ın pek umurunda değil. Ecevit'i hatırlıyorum.
Türkiye'nin ne kadar el değmemiş sorunu varsa, 1974 sonrasında mıncıklanmıştı Bugün de farklı değil. Bu sorunlar, 1970'ler ve 1980'lere kıyasla Türkiye'nin başına daha büyük belalar açabilir
1974'teki Kıbrıs harekâtıyla Kıbrıs fatihi olmuştu. Partisi CHP'yi seçim sandığında ilk ve son kez yüzde 40'ın biraz üzerine çıkarmıştı. Ecevit seçim kazanmıştı ama Türkiye'nin başı Kıbrıs sonrasında beladan kurtulmamıştı. İzleyen süreçte Kürt sorunu uyandırılmış, PKK sahneye çıkmıştı. ASALA'yla birlikte Türk diplomatlarına dönük şiddet eylemleri başlamış, uluslararası platformlarda 1915 Türkiye'yi sıkıştırmaya başlamıştı. İslamcılık başını kaldırmıştı. Türkiye ekonomide beş cent'e muhtaç hâle gelmiş, getirilmişti. Milliyetçi Cephe hükümetleri Türkiye'yi kutuplaştırıp cehenneme çevirirken, 1980'in 12 Eylül darbesi için ortam olgunlaştırılmıştı. Türkiye'nin ne kadar el değmemiş büyük sorunu varsa, 1974 sonrasında mıncıklanmış, parmaklanmıştı. Bugün de farklı değil. Bugün de büyük sorunlar var. Bu sorunlar, 1970'ler ve 1980'lere kıyasla Türkiye'nin başına daha da büyük belalar açabilir.
Hani yakamı geçmişten kurtaracaktım?
Kopenhag trenine daha iki saat var. Ve ben Hamburg'da, tren istasyonundaki bir kahve köşesinde yine geçmişe yakalandım. Hani yakamı geçmişten kurtaracaktım? Olmuyor demek ki. İnternete girdim. Gazetelerin birinci sayfalarındaki savaş çığırtkanlığı korkunç. Savaşı bu denli kutsayan, bu kadar savaş sevici bir medya ve siyaset kurumu canımı yakıyor. Savaşa karşıyım! İnsanlar ölsün istemiyorum. Bu düşüncelerimi henüz Afrin harekâtı başlamadan, yazılarıma ara vermeden yazdım. Çare, savaş değil barıştır. Çare, barış ve demokrasidir. Çare, hukukun üstünlüğüdür. Çare, özgürlükler düzenidir. Türkiye ne yazık ki bunu anlayamıyor. Kürt sorunu barışçı yollardan, demokrasi çerçevesi içinde çözülmedikçe, Türkiye'nin önü açılmaz. Ayrıca, 'Kürt kartı'nı kimse elinden düşürmek istemez. Amerika'sı da, Rusya'sı da, İran'ı da, İsrail'i de bu kartı elinde tutar. Hepsi Kürtlerle oynar! Türkiye dostmuş, müttefikmiş, bölünürmüş kulak asmaz. Hatta Türkiye'nin Kürt sorunu ile güçsüz kılınması ya da istikrarsızlaştırılması, bütün bu devletlerin işine gelir, bölgesel çıkarlarına denk düşer. Kürtler de bu oyunu bilir. Kürt tarafı da, kökleri yüz yıl öncesine uzanan bu oyunu bazen iyi, bazen kötü oynar, ama oynar, bu oyundan vazgeçmez. Kürt tarafı, bu oyun içinde oyunlar oynanırken, devletleşme yolunda bir fırsat çıkar mı diye bakar. Nitekim Irak Savaşı ile bu fırsat çıkmıştır. Amerikan işgaliyle Saddam Hüseyin devrilip Irak bölünürken, Irak Kürtleri de devletleşme yolunda büyük bir hamle yapmıştır. Irak'ın parçalanmasından dolayı Amerika'sı da, Rusya'sı da, İran'ı da, İsrail'i de gözyaşı dökmemiştir.
Eğer sen oyunu baştan hatalı kurmuşsan...
Eğer sen oyunu baştan hatalı kurmuşsan, başın beladan kurtulmaz..
Bugün aynı oyun 2011'den beri Suriye'de oynanıyor. Irak'taki gibi Suriye'de de eli kanlı bir Baas diktası, Esad rejimi ülkeyi iç savaşa götürdü, Suriye'nin bölünmesine yol açtı. Suriye'nin parçalanmasından dolayı Amerika'sı da, Rusya'sı da, İran'ı da, İsrail'i de gözyaşı dökmüyor. Evet, dünyanın bu bölgesinde oyun son derece acımasız oynanır. Eğer derine giden bir sorunun varsa... Ve sen bu oyunu çözümsüz bırakıyorsan... Ya da soruna hatalı yaklaşıyorsan... Bu durumda başkaları seni rahat bırakmaz, o soruna parmağını sokar, karıştırır, seni sıkıştırır, seni güçsüzleştirmeye çalışır. Sen istediğin kadar bağır. Böyle dostluk olur mu, diye bağır. Müttefikliğe sığar mı bu, diye bağır. Değişen bir şey olmaz. Eğer sen oyunu baştan hatalı kurmuşsan, başın beladan kurtulmaz. Eğer baştan beri elinde sadece bir çekiç varsa, karşındaki her şeyi çivi gibi görüyorsan, işin işinden çıkamazsın. Eğer baştan beri, senden farklı düşünen kim varsa, onu hain, düşman, terörist diye yaftalıyorsan sorun gittikçe büyür. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan beri yaşamakta olduğu çıkmaz budur. Üstelik bu çıkmaz yıllar geçtikçe daha da kanlı bir hal alıyor. Realite budur. Afrin'i de darmaduman etsen... Bütün Rojova'yı da işgal etsen... Kandil'i de dağıtsan... Darağaçları da kursan... Bu realite değişmeyecektir. Cumhuriyet tarihi kanlı Kürt isyanları ile geçmiştir. Dersim gibi kıyımlarla geçmiştir. İdam sehpaları ile geçmiştir. Diyarbakır Askeri Cezaevi gibi işkencehaneler ile geçmiştir. Faili meçhul cinayetlerle geçmiştir. Ama sorun hâlâ çözülmemiştir. Realite durduğu yerde durmaktadır. Çünkü devlet aynı devlettir. Elde sopa, sorunu çözeceğini sanmaktadır. Kürt siyasal hareketini, HDP'yi ezerek, neredeyse HDP'li herkesi hapse atarak, siyasal kırım yaparak sorunu çözeceğini sanıyor. Ne yazık! Oysa çözüm barıştan geçiyor. Demokrasiden geçiyor. Kürtlere eşit vatandaşlık haklarından geçiyor. Türk devletine demokrasiyi getirmedikçe, hukuku getirmedikçe, Türkiye'nin makus talihi yenilemez. Yıllardır yazıyorum bunları, bütün kitaplarımda, yazılarımda. Ama değişen bir şey olmuyor.
Galiba ben de dünyaya boşuna geldim!
Bu noktayı vurgularken, hep Cumhuriyet'teki sevgili patronum Nadir Nadi'nin yetmişinden sonraki o başyazısı aklıma gelir:
Bu adam dünyaya boşuna gelmiş diyecekler!
Sevgili Nadir Bey; Beni duyuyor musunuz? Benim durumum da sizden farklı değil. 74 yaşında, Hamburg tren istasyonunda oturmuş aynı şeyleri yazıyorum. Evet, galiba ben de dünyaya boşuna geldim! N'apayım? Geçmiş peşimi bir türlü bırakmıyor. Alman gazetesinin bir köşesinde Türkiye:
Deniz Yücel'i serbest bırakın! 340 gündür hapiste.
Trenin penceresinden hiçbir şey gözükmüyor. Çok yoğun bir sis. Her şey süt beyazı bir örtünün arkasına gizlenmiş. Toprak karla kaplı... Geçmiş nerede başlıyor? Bu cümle kafama takıldı.
İsmi Amy Tan olan bir yazar, hatıralarına bu adı koymuş... Danimarka polisi fazla soruyor. Herhalde Türk pasaportunu görünce... Kimsin, nesin, nereden gelir nereye gidersin, ne kadar paran var, çantanda ne taşıyorsun? İstanbul-Bremen-Hamburg-Kopenhag-Berlin diye sıralamaya başlayınca, son sorusu ne iş yaparsın oluyor. Gazeteci! Selam verip uzaklaşıyor. Tren feribota biniyor. Baltık Denizi'nde bir süre yol alıp tekrar karaya çıkacağız. Deniz çok durgun, hiç kıpırdamıyor. Yıllar öncesine gidiyorum. Trenle ilk defa feribota 1962 yılında Belçika'nın Ostand Limanı'ndan binmiştim. İstanbul'dan İngiltere'ye, yaz tatilinde kamplarda çalışmaya, İngilizce öğrenmeye gidiyordum. Babam sevgili Ahmet Cemal, İstanbul Sirkeci-Londra Victoria Station arasında ikinci mevki bir tren bileti alabilmişti. Ostand'dan feribotla Manş Denizi'ni geçip üç buçuk günde Londra'ya varmıştım. Bu yolculuğu yakınlarda yine yapacağım. Hitler'le Stalin arasında kalmış yazarların, sanatçıların -ya da sürgünlerin- 1936 yılındaki Ostand buluşmasının izlerini sürmek için... Denizin üstündeki sis dağılıyor. İngilizce, Almanca gazeteleri karıştırıyorum. Amerikalı romancı Philip Roth'la bir konuşma. Elli küsur yıllık roman yazarlığını 2012'de, 80 yaşındayken noktalamış. Artık yazmıyor. Okuyor, en çok da tarih. 85 yaşında. Diyor ki:
Her gece yatağa girerken gülümsüyorum, bak Philip, bir gün daha yaşadın diyorum. Ertesi sabah uyanınca da, bir gece daha kurtardın diye mırıldanıyorum kendi kendime...
Yarım yüzyıllık meslek hayatımda bu kaçıncı ayar?
Benden büyükler, yaşı seksene dayanmış ya da geçmiş olanlar, -örneğin Altan Öymen- bana her seferinde, gençliğinin kıymetini bil diyorlar da inanmıyorum. Geçmiş nerede başlar? Nerede başlar bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey ver: Geçmişi öldüremiyorum! Baltık Denizi... Göl mü, deniz mi, kanal mı? Kopenhag'a doğru uzun köprülerden geçiyoruz trenle... Bir yüksük kadeh Akvavit, içimi ısıtıyor. Gece vakti Kopenhag'a varıyorum. Issız, ıslak, soğuk ve de fena hâlde kasvetli bir şehir. Otel odası... Yalnızlık duygusu... Ve hüzün... Yatmadan önce bilgisayarımda bir dostun gönderdiği maili açıyorum. Keşke açmaz olaydım. Başbakan, medyayı Çengelköy'deki Vahdettin Köşkü'nde toplamış, Afrin dolayısıyla nasıl habercilik yapılması gerektiğini anlatmış... Haberlerde milli menfaatler kollanacakmış... Harekâtın tamamen terör örgütlerine yönelik olduğu, sivil halkı koruduğu öne çıkarılacakmış... Bilgi kirliliği yaratan görüntü ve açıklamalara itibar edilmeyecekmiş... TSK’nın Afrin’de yaptığı operasyonun sadece PKK/PYD’ye değil, DEAŞ’a yönelik olduğu da ön plana çıkarılacakmış... Operasyonun yerli ve milli silah üretimi ve kabiliyetiyle olduğu hatırlatılacakmış... Olası şehit haberleri verilirken titiz davranılacakmış... Türkiye’ye karşı olumsuz algı yaratacak kişilerden görüş alınmamalıymış... Medyaya kalın ayar çekiliyor. Yarım yüzyıllık meslek hayatımda bu kaçıncı ayar? Evet, geçmiş nerede başlıyor? Geçmiş neden bir türlü geçmiş olmuyor? Huzurdaki bir gazeteci de kalkıp, gazeteci gazeteciliğini yapar diyemiyor. Sorgulayamıyor. İtiraz edemiyor. Bırakın gazeteci gazeteciliğini yapsın, haberini, yorumunu yazsın, siz de devlet olarak ne yapacaksanız yapın diyemiyor. Ne hazin, ne kadar acıklı. Mesleğin namusunu korumak bu kadar tehlikeli mi? Gazete patronları, gazete yöneticileri devletin karşısında neredeyse hazırola geçip, haberin ve yorumun nasıl yapılacağını sessizce dinliyorlar. Bir zamanlar bu kadar değildi. Tek tük de olsa ses çıkaranlar, itiraz edenler olurdu. İnternetten 2003'te çıkan Kürtler kitabına giriyorum.
Ankara, 6 Nisan 1990.
Çankaya Köşkü’nde toplantı. Toplantının konusu, Güneydoğu’daki durum ve PKK’ya, yani terör örgütüne karşı mücadele. Bir yanda devlet sıralanmış: Cumhurbaşkanı Özal, Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, MİT Müsteşarı Tümgeneral Teoman Koman, Olağanüstü Hal Bölge Valisi Hayri Kozakçıoğlu. Masanın karşı tarafınta ise gazete patron ve yöneticileri. Ben de Cumhuriyet Genel Yayın Yönetmeni olarak Çankaya'dayım. MGK Genel Sekreteri Orgeneral Yirmibeşoğlu’nun bir cümlesini not ediyorum: “Güneydoğu’da verilen mücadelemiz Millî Kurtuluş Savaşımız gibi... Gazetecilik bitiyor!” Milliyet gazetesi sahibi Aydın Doğan alıyor ilk sözü. Habercilik yapmanın zorlaşacağını söylüyor. İngiltere’den örnek veriyor. İngiltere ile Arjantin arasındaki Falkland Savaşı’nda bile BBC’nin habercilik görevini objektif şekilde yapabildiğine değiniyor. Aydın Doğan, bu haklı çıkışı yüzünden de Özal ve MİT Müsteşarı’yla hafif tertip tartışıyor. MGK Genel Sekreteri Sabri Yirmibeşoğlu Paşa sert çıkıyor, “Meselenin idraki içinde miyiz?" deyince, toplantının havası bir anda elektrikleniyor. Aydın Doğan da karşılıksız bırakmıyor. Devlet yönetmekle gazetecilik yapmak arasında geçen çizgiye işaret ediyor. “Biz devlete karışmayalım, siz de gazeteciliği bırakın biz yapalım” demeye getiriyor. “Doğru sözler” diye not alıyorum.
Aradan 28 yıl geçmiş. Devlete karşı bu itiraz sesleri artık yükselmiyor, bu kez tam bir sessizlik hakim masada. Medyanın Erdoğan iktidarı tarafından nasıl bir biat kurumu hâline getirildiği olanca çıplaklığıyla gözler önünde...
Nereye gitsek memleket de kafamın içinde
Kopenhag'ta sabah kötü haberle uyanıyorum. Diyarbakır'da Nurcan Baysal'ı gece yarısı gözaltına almışlar, evinin kapısını kırarak... Bu memlekette yazıya ara vermek hiç de kolay değil. Oturup bir yazı yazıyorum. Nurcan Baysal gözaltına alındı Nurcan'ın Afrin'de savaşa karşı attığı tweet'lerden dolayı gözaltına alınmasını eleştiriyorum. Bu savaşa benim de karşı olduğumun altını bir kez daha çiziyorum. Nereye gitsem, memleket de kafamın içinde, benimle birlikte geliyor. Kaçamıyorum. Kaçmak için kafamı bırakmam lazım memlekette. Olmuyor. Oysa, ben kendimden kaçmak istediğim içindir ki, tren istasyonlarından trenlere binip oradan oraya savruluyorum. Ruh hâllerimi, yani içimi kâğıda dökerek iyileşeceğimi sanıyorum. Ama olmuyor. Tenhalaşmak istiyorum. Kimseleri görmek içimden gelmiyor. Kopenhag'tan sıkıldım. İlginç bir kitap:
Hayatını Değiştirmek Zorundasın! (*)
Şu cümleler:
Yalnızlık, senin etrafında genişleyen bir mekân. Güvenmek belirsizlik demek. Hüzün ise hayattır, insanı avucunda tutan ve değiştiren. Yapayalnızlığı kendi evin yap.
Geçmiş yakamdan düşmüyor. Keşke geçmişi öldürebilsem! Belki o zaman değişir ve yeniden hayata başlayabilirdim. Yeni kitabım basılıyor, ay sonunda piyasaya çıkacak.
Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor
Heyecanlıyım. Kitap basılacak mı, dağıtıma çıkabilecek mi soruları hala kafamı burgaç gibi oyuyor. Çünkü kitap sadece benim geçmişimi, aile köklerimi, kendi kendimle yüzleşme ve hesaplaşmalarımı anlatmıyor, memlekette derinleşmekte olan Erdoğan darbesini de eleştirel bir dille anlatıyor. Bu gidişle kitaplarımızı basacak yayınevi bulabilecek miyiz, diye soruyordu sevgili Oya Baydar geçenlerde... Faşizm böyle bir şey. Kopenhag'tan sıkıldım. Nereye gideyim?
Trene binip Malmö üzerinden Stockholm'e, Cengo'ya mı derken haber geldi, ailecek Berlin'deymişler. Türkiye'nin bugünkü hâllerini düşünmek için Berlin'e gitmek daha iyi bir fikir...
Yarın: Berlin'den
*Rachel Colbert, YOU MUST CHANGE YOUR LIFE, The Story of Rainer Maria Rilke and Auguste Rodin.